26 Aralık 2014 Cuma

Müminler Allah'ın Rahmetini Umut Ederek Konuşurlar



Yüce Allah, her insana konuşmak gibi önemli bir yetenek bahşetmiştir. Ancak bazı insanlar söyledikleri her sözün Allah Katında yazıldığını ve bunlardan sorumlu olduklarını kavrayamadıkları için, konuşmalarının ahiretleri açısından taşıdığı önemi göz ardı edebilmektedirler. Oysa her insanın şu gerçeğin bilincinde olması gerekir: Konuşabilmek bir nimettir ve Allah insana bu yeteneği belirli bir amaç için vermiştir. İnsanın sorumluluğu; Allah’ın her an kendisiyle beraber olduğunu, rahmetiyle herşeyi sarıp kuşattığını, ağzından çıkan her sözü duyduğunu ve ahirette O’nun huzurunda hesap vereceğini bilerek, her an vicdanını kullanarak konuşmasıdır. Bu nedenle bir kişinin Allah’ın rahmetinden umut kesen konuşmalar yapması din ahlakına uygun bir davranış değildir. 

Bazı insanlar, Kuran ahlakının pek çoğunu uygulayıp hayatlarının büyük bölümünde mümin tavrı gösterebilirler. Ancak bazı konular vardır ki, bunların Kuran ahlakına göre yanlış olduğunu anlamak istemeyebilir ya da bunu gereği gibi kavrayamamış olabilirler. Bu kavrayış eksikliği içindeki kişilerin konuşmalarında ise belirgin bir üslup dikkati çeker. Örneğin:
Çözümsüzlüğe yönelik konuşmalar yaparlar: Bu kişilerin günlük konuşmalarında ümitsiz ifadeler hakimdir. Çok basit konuları bile çözümsüz hale getirebilirler. “Ne yapacağım ben şimdi?”, “Nasıl bu hale geldim?”, “Neden işler istemediğim şekilde gelişiyor?”, “Bu işin içinden nasıl çıkacağım?”, “Keşke şöyle yapmasaydım” benzeri ifadelerle dolu konuşmalar bu kişilerin içinde bulundukları olumsuz ruh halini gösterir.

Kaderi Unutmaları: Kimi zaman iman ettiklerini söyledikleri halde ümitsizliğe kapılan, kaderin akışı içinde tüm olayları Allah’ın yarattığını unutarak açmaza düşen insanlar da olabilmektedir. Oysa kaderi unutmayan ve iman edenler için her şeyin hayır olarak yaratıldığını bilen bir üslup, Müslümanın tüm hayatına hakimdir. Müslüman hiçbir şeyi, hiç kimseyi ve hiçbir olayı bu inancının dışında tutmaz. Olumlu gelişmelerin kaderde olduğunu düşünüp, aksilik gibi görünen olaylarda kaderi unutmuş konuşmalar yapmanın gafil bir üslup olduğunu bilir. Hatayı yapan kendisi de olsa, başkası da olsa “niye yaptın”, “oraya gitmeseydin bunlar olmazdı” gibi sözler söylemez. Tam tersine Kuran’da, “… Size isabet eden ancak Allah’ın izni ile idi…” (Al-i İmran Suresi, 166) ayetiyle haber verilen gerçeği anlamış bir insanın üslubuyla konuşur. Baştan tedbirini alamamasının da, oluşan hatanın meydana gelmesinin de hep kişinin kaderinde olduğunu bilir.

Allah’ın Herşeyi Hayırla Yarattığını Bilmek Ümitsiz Bir Üslupla Konuşmayı Engeller

İnsanlar günlük hayat içerisinde kimi zaman ummadıkları, istemedikleri ya da hoşlanmadıkları olaylarla karşılaşabilirler. Bunların her biri, “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı...” (Mülk Suresi, 2) ayetiyle bildirildiği gibi, insanların denenmesi için özel olarak yaratılan durumlardır. İman edenlerin yapması gereken ise, başlarına gelen olay her ne kadar zor ya da olumsuz gibi görünse de, Allah’a güvenmek ve Rabbimiz’in her olayda bir hayır takdir ettiğini bilmektir. Mümin bir kişi, kalbinde yaşadığı bu güven ve teslimiyeti ahlakına da hakim eder.

Böyle bir insanın konuşmalarından teslimiyeti ve tevekkülü açıkça anlaşılır. Bir an bile olsa yaşadığı olaylar hakkında “Neden ya da niçin böyle oldu?” gibi sözler sarf etmez ve düşünmez de. “... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara Suresi, 216) ayetinde haber verildiği gibi Allah’ın inananlar için herşeyi en güzel ve en kusursuz şekilde yarattığını, olumsuz gibi görünen bir olayın aslında kişiye pek çok yönden hayır getirebileceğini bilerek konuşur. Hiçbir zaman din ahlakına göre yaşamayan insanların “Eyvah, keşke, maalesef, nasıl yaptım böyle bir şeyi?” gibi şikayet eden, tevekkülsüz ve umutsuz üslubunu andıracak ifadeler kullanmaz. 

Ümitsiz Konuşmalar Yapanlara Destek Olmak da Kuran Ahlakı ile Çelişir

Kader mutlaka olması gerektiği gibi yani Allah’ın dilediği şekilde gelişir. Bu nedenle “şöyle olsaydı böyle olurdu” gibi yanlış mantıklar öne sürerek hüzne ya da pişmanlığa kapılmak yersizdir. Yaşanan neyse, en hayırlısı odur.

Böyle bir yanılgıya kapılan kişiye itibar etmek, onu haklı bulduğunu gösteren ifadeler kullanmak da aynı derecede hatalı bir tavırdır. Ümitsiz konuşmalar yapan kişinin çevresindekiler ona katılmak yerine onu içinde bulunduğu olumsuzluktan çıkartacak şekilde davranmalıdırlar. Müslümanca konuşan bir kimsenin yanında bulunanlar da o ana kadar alışkın oldukları ve büyük olasılıkla sakıncalı görmedikleri Allah’tan gafil üsluplarını bir anda terk ederler. İki konuşma tarzı arasında oluşan açık farklılık, Allah’ın izniyle kullandıkları üsluptan utanıp sakınmalarına neden olur. 

Müslümanların Nasıl Bir Üslup Kullanmaları Gerektiği Kuran’da Haber Verilmiştir

Allah Kuran’da müminlere, “De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve müminler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” (Tevbe Suresi, 51) ayetiyle zorluklar karşısında nasıl bir üslupları olması gerektiğini bildirmektedir. Yine bir başka ayette ise “Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: “Biz Allah’a ait (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.” (Bakara Suresi, 156) buyrularak, müminlerin kaderin ve her olayın hayırla yaratıldığının şuurunda olan, teslimiyetli bir üslup kullandıklarına dikkat çekilmektedir. 

Peygamber Efendimiz (sav) de bir hadis-i şeriflerinde tevekkül ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır: 

Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: 

“Kuvvetli mü’min, Allah Katında zayıf mü’minden daha hayırlı, (daha üstün) ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah’dan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına birşey gelirse, ‘’Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!’’ diye hayıflanıp durma. ‘’Allah’ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar.’’ de. Çünkü “eğer (keşke)” kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.” (Müslim, Kader 34. Tercüme: İsmail L. Çakan, Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, İstanbul 1990, s.231) 

Müslümanca Konuşmak Yüce Allah’ın Rızasını ve Cennetini Kazandırır

Müslüman, işlediği salih davranışlar yanında içinden geçirdiği her düşüncesinden ve konuşmasından da sorumlu olduğunu bilir. Konuşmalarını Kuran’da bildirilen hükümlere göre düzenlemesinin kendisinin Kuran ahlakına uygun yaşamasında son derece önemli ve belirleyici olduğunu bildiğinden Müslümanca konuşmak konusunda titizlik gösterir. “Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya devam et.” (İnşirah Suresi, 7) ayetinin hükmü gereği müminler amelleriyle, düşünceleriyle ve konuşmalarıyla hayatlarının sonuna kadar Yüce Rabbimiz’i hoşnut etmeye çalışırlar. Bu samimi çabalarının sonucunu ise Yüce Allah Kuran’da şöyle müjdeler: 

“Şüphesiz: “Bizim Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki:) “Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin.”” (Fussilet Suresi, 30)

Müjdeli ve Sevinç Verici Konuşmalar Yapmanın Önemi

“... Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Tevbe Suresi, 111) ayetiyle Allah müminlere birbirleriyle müjdeleşmelerini hatırlatmaktadır. İman edenlerin sevinçlerinin ve neşelerinin kaynağı, Allah’ın, kendilerini “büyük bir kurtuluşa” ulaştıracak, doğru yola iletmiş olmasıdır. 

Müminler imanlarından kaynaklanan bu neşeyi hayatlarının her aşamasında ve her anında yaşarlar. Çünkü Allah iman edenlerin dostudur; inananlara her zaman yardım edeceğini ve tüm işlerini onların lehine sonuçlandıracağını, hayırlara vesile edeceğini müjdelemiş, ahirette de onlara cennetini vadetmiştir. Allah’ın asla vaadinden dönmeyeceğini bilen müminler, dünya hayatında yaşadıkları tüm olayları bu şuurla değerlendirirler. Bu nedenle yaşadıkları her olayın lehlerine olduğundan emindirler. Karşılaştıkları zorlukların kolaylıklarını ve müjdeli yönlerini görebilir, bu olayları yorumlarken daima hayra yoran, müjde ve sevinç veren bir tarzda konuşurlar. İçlerinde Allah’a dayanıp güvenmenin huzuru ve güveni vardır. Zorluklara ve yaşadıkları sıkıntılara güzel bir sabırla sabretmenin güzel karşılığını alırlar. Bu sabrın ahiretteki güzel karşılığını düşünüp müjdeleşmenin neşesini yaşarlar. Dolayısıyla her olay, müminler için bir müjde haline gelir. Çünkü karşılaştıkları her olayı Allah yaratmaktadır ve Allah müminlerin dostu ve velisidir. Allah’tan gelen her ne olursa olsun mutlaka güzel ve müjdelidir.


24 Aralık 2014 Çarşamba

Allah her zorlukla beraber bir kolaylık kılar


Allah dünya hayatında insanları denerken, sonsuz rahmetinin bir sonucu olarak her zorlukla beraber mutlaka bir kolaylık yaratacağını da müjdelemiştir. Allah ayetlerinde bu müjdeyi şöyle bildirir:

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 5-6)

Kuran'da peygamberlerin ve salih müminlerin hayatlarına bakıldığında karşılaştıkları zor gibi görünen her türlü durumda Allah'ın mutlaka bir kolaylık yarattığı dikkat çekmektedir. Allah "Fettah" sıfatı ile her türlü zorluğu açan, kolaylaştırandır.

Söz gelimi Kuran'da Allah yolunda mücadele ederken karşılaştıkları tepkiler ve maruz kaldıkları şiddet yüzünden, yaşadıkları yerden ayrılmak durumunda bırakılan yani hicret eden müminler örnek verilir. Bu insanlar, tüm işlerini, evlerini, bahçelerini, mallarını bırakarak, hiç tanımadıkları topraklara, hiç tanımadıkları insanların yanlarına göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu, dıştan bakıldığında zor bir durumdur. Ancak Allah, Nisa Suresi'nde, hicret eden müminlerin durumlarını kolaylaştırdığını ve onları nimetlendirdiğini şöyle bildirir:

Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah'a ve Resûlü'ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. (Nisa Suresi, 100)

Nitekim Allah bu vaadini Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan müminler üzerinde açıkça göstermiştir. Dünyevi değerlere önem vermeyen sahabeler, Allah yolunda her türlü fedakarlığı yaparak çeşitli zorlukları göze aldıkları için, Allah bu güzel ahlaklarına karşılık onları en güzel şekilde rızıklandırmış ve barındırmıştır. Onların her işlerini diğer insanlara göre kolaylaştırmıştır. Sahabelerin yaşadıkları bu kolaylık ve rahmeti Allah bir ayetinde şöyle haber verir:

Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp-yakalamasından korkuyordunuz. İşte O, sizi (yerleşik kılıp) barındırandı, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar verdi. Ki şükredesiniz. (Enfal Suresi, 26)

Diğer peygamberlerin hayatlarındaki daha pek çok örnek de Allah'ın müminlere sağladığı kolaylıkların apaçık göstergeleridir.

Mesela Hz. Yusuf'un hayatındaki pek çok olayda Allah'ın rahmetinden verdiği bu kolaylık görülmektedir. Hz. Yusuf kendisini kıskanan kardeşleri tarafından kuyuya atılmasından sonra kuyunun yanından geçen bir kervan tarafından bulunmuştur. Hz. Yusuf'u kuyudan kurtaran kişiler onu köle olarak bir vezire satmışlardır. Bir süre sonra Hz. Yusuf, hiçbir suçu olmadığı halde kendisine atılan iftiralar nedeniyle hapse atılmıştır. Hz. Yusuf'un hayatındaki bu gelişmeler ilk bakışta çok zor bir durum gibi gözükebilir. Ancak Allah Hz.Yusuf'un gösterdiği güzel ahlaka ve tevekküle karşılık onu dünyada da mükafatlandırmış ve zorluklarla beraber mutlaka kolaylık kıldığını göstermiştir. Hz. Yusuf başına gelen pek çok olumsuz gibi görünen olayın vesile olmasıyla, hazinenin başına getirilerek önemli bir yönetici olmuştur.

Allah Hz. Musa'nın hayatında da karşılaştığı zorluklarla beraber kolaylıklar kılarak müminleri desteklemiştir. Hz. Musa çağlar boyu yaşamış en azgın insanlardan biri olan Firavun'a karşı mücadelesinde de Allah'ın yardımı ve desteği ile üstünlük elde etmiştir. Allah, kendisine kardeşi Harun'u bir yardımcı olarak vermesi için dua eden Hz. Musa'nın duasına icabet etmiştir. Ayrıca Allah Hz. Musa'yı mucizevi bazı olaylarla da destekleyerek, onun, Firavun'un büyücülerinin karşısında galibiyet elde etmesini de sağlamıştır. Hz. Musa da en zorlu anlarda bile Allah'ın yardımının iman edenlerle beraber olduğunu unutmamıştır. Bir taraftan Firavun'un askeri gücü tarafından takip edilirken, diğer taraftan da deniz ile karşılaşan Hz. Musa, yanındaki müminlere Allah'ın yardımının daima yanında olduğunu söylemiş ve Allah'ın mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini hatırlatmıştır:

(Musa:) "Hayır" dedi. "Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir." Bunun üzerine Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekileri suda boğduk. (Şuara Suresi, 62-66)

Peygamberlerin hayatından bir başka örnek ise Hz. Muhammed (sav)'in müşrikler tarafından izlenirken bir mağaraya gizlenmesi sırasında yanında bir müminin olmasıdır. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in Allah'a şirk koşanların tehditi altındayken yanında destekçi bir müminin olması Allah'ın nasip ettiği kolaylıklardan bir tanesidir:

Siz O'na (peygambere) yardım etmezseniz, Allah O'na yardım etmiştir. Hani kafirler ikiden biri olarak O'nu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: "Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir." Böylece Allah O'na 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, O'nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkar edenlerin de kelimesini (inkar çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi, Yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 40)

Aslında insan, hikmet gözüyle baktığında, hayatının her anında Allah'ın kendisi için yarattığı kolaylıkları görebilir. Ancak bu gerçeği görebilen insanlar, Allah'tan korkup sakınan, Allah'a tevekkül eden, her zorlukla karşılaştığında bunun kaderinde olduğunu bilerek, tek dost ve velisinin Allah olduğuna iman edenlerdir. Allah ayetlerinde, böyle kullarını ummadıkları yerlerden rızıklandırarak onların işlerini kolaylaştıracağını bildirir:

… İşte bununla, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)

Geniş-imkanları olan, nafakayı geniş imkanlarına göre versin. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiği kadarıyla versin. Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylığı kılıp-verecektir. (Talak Suresi, 7)



Allah'ın ayetlerinde de bildirdiği gibi, Allah koyduğu hükümlere samimiyetle bağlı olanlar için mutlaka bir kolaylık yaratır. Buna iman eden müminler, hiçbir zaman zorluklar karşısında gevşeklik göstermezler.

Allah, İnşirah Suresi'nde de her zorlukla beraber bir kolaylık olduğunu ve Kendisi'nin, insanın üzerindeki yükü kaldırıp atan olduğunu şöyle müjdelemiştir:

Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi? Ve yükünü indirip-atmadık mı? Ki o, senin belini bükmüştü; Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi? Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 1-6)





Allah kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemez


Bir insanın hayatında karşılaştığı olaylar her ne kadar o anda ona zor gibi görünse de, aslında her biri o kişinin sabredebileceği şiddette meydana gelir. İnsanı yaratan ve ona ruh veren Allah'tır. Her insanın neye ne kadar dayanabileceğini, ne kadar yükü ve zorluğu kaldırabileceğini de en iyi Allah bilir.
Allah kimseye kaldıracağından fazlasının yüklenmeyeceğini ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağını birçok ayetiyle bildirmiştir:

Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir... (Bakara Suresi, 286) 

İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki Biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır. (Araf Suresi, 42)

Kuşkusuz her insanın sabredeceği, tevekkül göstereceği olaylar aynı olmayabilir. Çoğu insan farklı farklı olaylarla denenir. Ancak sonuçta Allah her insan için gücü oranında bir deneme kılar. Örneğin kimi insan dünyada yoksul bir hayat sürer ve yokluk içinde ne kadar sabır gösterdiği denenir. Kimi ise zenginlik ve bolluk içinde yaşar ve bu yaşam içinde ne kadar şükredici, ne kadar güzel ahlaklı olduğuyla denenir, dünya hayatına hırsla bağlanıp bağlanmadığı konusunda sınanır. Ama sonuçta zengin olan da şiddetli yokluk içinde olan da kendileri için en hayırlı hayatı yaşıyordur. Fakir olan ne kadar yokluk çekse de bu, onun için dayanılamayacak bir zorluk değildir. Aynı şekilde zengin olan ne kadar bolluk içinde olsa da bu, onun şımarık, nankör bir insan olmaya zorlayamaz. Sonuçta bu insanların Allah'a olan bağlılıkları, hesap gününe yönelik korkuları onların Kuran ahlakını yaşayan, dinin emirlerini yerine getiren insanlar olmalarını sağlar. Bu insanlar karşılaştıkları her olayda daima Allah'a yönelir, O'ndan yardım diler sadece Rabbimiz'in rızasını ararlar. Böyle insanlar hiçbir zaman zorluklar karşısında yılgınlık göstermez, sınandıkları olay ne kadar şiddetli olsa da dinden uzaklaşmazlar. Böyle Allah'a dayanıp güvenen insanlar için Allah sonsuz şefkatinin ve merhametinin bir göstergesi olarak her olayı, en zor görüneni dahi kolaylaştırır. "Kim iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz." (Kehf Suresi, 88) ayetinde de bu bildirilmiştir. Allah bu gerçeğe başka ayetlerinde ise şöyle haber vermiştir:

Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa,
Ve en güzel olanı doğrularsa,
Biz de onu kolay olan için başarılı kılacağız. (Leyl Suresi, 5-7)

Allah'a dayanıp güvenmeyenlere ise, kolay olan olaylar dahi zor gelir. Allah bu insanların nankörlüklerine, dini inkar etmelerine, Kuran ahlakından uzaklaşmalarına karşılık olarak onlara dünya hayatında daima zorluk verir:

Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse,
Ve en güzel olanı yalan sayarsa,
Biz de ona en zorlu olanı (azaba uğramasını) kolaylaştıracağız.
Tereddi edeceği (başaşağı düşüşe uğrayacağı) zaman, malı ona hiç yarar sağlamaz.
Şüphesiz, Bize ait olan, yol göstermektir. (Leyl Suresi, 8-12)




Allah'ın yarattığı imtihan çok kolaydır


Din ahlakından uzak yaşayan insanlar hayatları boyunca kendileri için çeşitli hedefler belirlerler. Bu hedeflerin ortak noktası ise genellikle sadece dünya hayatına yönelik olmalarıdır. Örneğin uzman bir doktor, başarılı bir mühendis, iyi bir baba, çok para kazanan bir iş adamı ya da dünya çapında ünlü bir sanatçı olmak ve benzerleri, birçok insanın en büyük ideallerinden sayılabilir. Bunların dışında daha pek çok alanda insanlar başarıyı, mutluluğu ve rahat bir yaşamı elde edebilmek için çalışır, çaba sarf eder, kimi zaman çeşitli fedakarlıklarda bulunurlar ve kendilerince "bir yerlere gelmeye" çalışırlar. Ancak, tüm bunlara daldıklarında, dünyada bulunmalarının asıl amacını unutur veya görmezlikten gelirler.

Oysa her insanın tüm hayatını ve bir gün gelip de mutlaka öleceğini düşünerek, kendisine bazı sorular sorması gerekir. "Ben bu dünyada niçin varım?", "Var olmamın amacı nedir?" "(Örnek olarak) Belki iyi bir mimar olup çok sayıda bina tasarımı yaptım, zengin oldum, mal mülk sahibi oldum, bir ünvan kazandım, tanındım, ama bütün bunlar bana ne kazandırdı? Ölümümden sonra bunlardan hangisinin bir anlamı kalacak? Dünya üzerinde bıraktıklarımın bana ahirette ne gibi bir faydası olacak? Yaşamım sadece bu dünya hayatımdan mı ibaret?" İşte bunlar her insanın, kendisine ölüm gelmeden evvel sorması gereken sorulardan bazılarıdır.


Bu noktada şunu belirtmek gerekir; insanlar elbette ki meslek sahibi olacaklar, hatta mesleklerinde son derece başarılı olmayı da dileyecekler ve bunun için çalışacaklardır. Ancak bunların her birinin insanın nihai hedefi için birer araç olduklarını unutmamak da çok önemlidir. Ne var ki insanların büyük bir bölümü asıl amaçlarını unutur veya görmezden gelirler ve tüm hayatlarını aslında araç olan bu geçici geçimliklere adarlar.


Oysa her insanın çok az bile düşünse ulaşabileceği çok önemli bir gerçek vardır: Allah dünyayı da insanları da bir hikmet üzerine yaratmıştır. İnsanların yaratılış amacı Kuran'da bildirildiği üzere yalnızca Allah'a kulluk etmektir. Dünyanın yaratılış amacı ise insanların ahiretteki konumlarının belirlenmesi için bir imtihan yeri olmasıdır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirir:


O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)


Allah insanlara dünyanın geçiciliğini ve sonsuza kadar yaşayacakları asıl mekanın ahiret olduğunu anlamalarını sağlayacak çok fazla delil vermiştir.


Örneğin dünya üzerinde yüzlerce çeşit hastalık olması, mikroskobik bir virüsün kendisinden milyonlarca kat büyük insan bedenine ölümcül bir etkide bulunabilmesi, insanın sürekli temizlenmeye, yemek yemeye, dinlenmeye ve uykuya muhtaç olması, insan ömrünün ortalama 60-70 yıl gibi çok kısa bir süre olması, zamanın insan üzerinde son derece yıpratıcı bir etkisinin olması, istisnasız herkesin sonunun mutlaka ölüm olması, hayat boyunca elde edilen malın, mülkün, itibarın, sevilenlerin arkada kalması, insan bedeninin toprak içerisinde çürüme sürecine girmesi gibi birçok neden, insanların dünya hayatının geçici ve eksikliklerle dolu, insan ruhunu asla tatmin edemeyecek bir yer olduğunu anlamaları için yeterlidir aslında. Tüm bunlar insanları dünyaya bağlanmaktan alıkoyacak çok önemli gerçeklerdir. Allah Kuran'da, dünyanın "öylesine" bir yer olarak yaratılmadığını, belirli bir hikmet üzerine var edildiğini şöyle bildirir:


Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir 'oyun ve oyalanma' edinmek isteseydik, bunu, Kendi Katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık. (Enbiya Suresi, 16-17)


Nitekim insan biraz düşündüğünde, dünyanın sonsuza kadar kalınacak bir yer olmadığını, sadece bir deneme mekanı olduğunu, bu hayatın son durak değil, aksine kısa süreli bir uğrak yeri olduğunu, bu geçici mekanda yaşadığı her anından sorumlu tutulacağını, en önemlisi kendisini yoktan var eden Rabbimiz'e karşı bir sorumluluğu olduğunu rahatlıkla anlayacaktır.


Bu anlayışa sahip olan insanın bir aşama daha ilerleyerek şunu düşünmesi gerekir: Allah dünyada bütün insanları türlü türlü olaylarla, şerle ve hayırla denemektedir. Gün içerisinde insanın karşılaştığı tüm olaylar, aslında ölümden sonraki sonsuz hayatta bulunacağı mekanı belirleyen denemelerden oluşmaktadır. Ve Allah her insana bu denemede bir kolaylık kılmış ve ona yolunu, yani ne yapması gerektiğini gösterdiğini bildirmiştir:


Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör. (İnsan Suresi, 2-3)


Ayetlerde bildirildiği gibi, Allah tüm insanların yaşamlarında mutlaka onlar için doğru olan yolu göstermiş, din ve güzel ahlak hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamıştır. Her insan dünyanın geçici bir yer olduğunu ve ahireti için hayatını Allah'ın hoşnut olacağı gibi yaşaması gerektiğini bir vesile ile öğrenir. Kısacası, bu dünyada yaşanan, insanların haberdar olmadıkları veya kazançlı olmak için ne yapmaları gerektiğini bilmedikleri bir imtihan değildir. Allah her çağda gönderdiği elçileri, geçmişte göndermiş olduğu kitapları ve her insanda yarattığı vicdan ile, insanlara doğru yolu gösterir ve onları yanlış olanlardan sakındırır. Allah'a iman eden, tam bir teslimiyetle teslim olan, sadece Allah'ı dost ve vekil edinen, her olayda Allah'a dönüp yönelerek O'na tevekkül eden müminler için, Allah'ın yarattığı her deneme çok kolay ve zevklidir. İmanın sırrını bilenler, Allah'a samimi olarak iman edenler için dünya hayatının hiçbir anında zorluk, sıkıntı, keder, cefa, güçlük olmaz. Her olay, Allah'a yakınlaşmak ve cenneti daha şiddetli umabilmek için bir nimete dönüşür.


Samimi imanın şartlarından biri de Allah'ı çok iyi tanımak ve bilmektir. Bir insan Allah'ı ne kadar iyi tanırsa, Allah'ın gücünü ne kadar iyi bilirse, takvası ve Allah'a yakınlığı da o kadar güçlü olur. Örneğin Allah'ın affediciliğini bilen bir insan, hiçbir zaman hatalarından veya eksikliklerinden dolayı ümitsizliğe veya karamsarlığa kapılmaz. Allah'ın rızık veren olduğuna iman eden biri, para kazanma konusunda hırs yapmaz. Rızkı verenin Allah olduğunu bilir; çalışır, çaba gösterir ama rızkın miktarını Allah'ın tayin ettiğini ve kendisinin değiştiremeyeceğini bilmenin teslimiyetini yaşar. Dolayısıyla, Allah'ı bilen ve tanıyan bir insan için dünya hayatı büyük bir kolaylık ve nimetlerle doludur; o insan her an Allah'ın bir tecellisini ve yaratışındaki bir güzelliği görerek yaşar. Kısacası Allah'a teslim olmuş salih Müslümanlar için Allah'ın yarattığı imtihan son derece kolay ve zevklidir.




15 Aralık 2014 Pazartesi

Bütün Sorunların Çözümü: İman Zafiyetini Ortadan Kaldırmak




Dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan çeşitli sorunların asıl kaynağı iman zafiyetidir. İnsanların asıl ihtiyacı olan, imanlarının kuvvetlenmesi, maneviyatlarının takviye edilmesidir. Bu durumda öncelikle yapılması gereken, iman zafiyetini ortadan kaldırmaktır.

İman eden bir insan yaşamının her anında itidalli tavırlar sergilemekle; sadece tavır ve hareketlerine değil, konuşmalarına da sürekli bir özen göstermekle yükümlüdür. Her zaman, her ortamda, yapılan her sohbette, yazılan her yazıda Allah’ın razı olacağı umulan ve Müslümana yakışır bir üslup kullanmalıdır. Özellikle yazılı ya da sözlü basın yolu ile geniş kitlelere hitap eden insanlar, bu konuda büyük bir sorumluluk altında olduklarının bilincinde olmalıdırlar. Bu kişiler Allah’ın güç ve kudretinin farkında olan bireyler olarak daima Allah’ın Şanını yüceltmeli, helal ve haram sınırlarına dikkat etmeli, din ve mukaddesatla ilgili ifadelerde saygıda kusur etmemek için son derece titiz davranmalı, sözün en güzelini söylemeye özen göstermelidirler. 

Ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. (İbrahim Suresi, 24–25)

Güzel Sözün Teşvik Edilmesi Neden Önemlidir?


Güzel söz; insanları Allah’a çağıran, Kuran ahlakına uymaya davet eden, olaylardaki hayır yönünü vurgulayan, ümitsizliğe sürükleyici ifadelerden kaçınan sözdür. Kuran-ı Kerim’de birçok ayette, iman edenlerin güzel söz söylemeleri ve güzel söze uymaları tavsiye edilmiştir. Buna rağmen günümüzde birçok makalede olması gerekenden çok daha farklı bir üslup kullanılabilmektedir. Ağırlıklı olarak siyasi konuların işlendiği gazete ve dergilerdeki makalelerde, insanları endişeye sürükleyen, mukaddesata ait konularda saygıda kusur eden, kendince alaycı, ümitsiz, şikayetçi, sürekli olarak olumsuzlukların dile getirildiği bir üslup kullanılabilmektedir. Örneğin dünyanın birçok ülkesindeki Müslümanların maruz kaldıkları zulüm, şikâyetçi bir üslup kullanılarak, olumsuz detaylar verilerek, hiçbir çözüm yolu ortaya konmadan aktarılabilmektedir. Halbuki böyle bir üslubun kullanılması, yeterince bilgi sahibi olmayan bazı Müslümanları yılgınlığa düşürebileceğinden son derece yanlış ve tehlikelidir. İnsanlara faydası olmayan, okuyana sadece vakit kaybettiren boş ifadelerle dolu bu tarz yazıların, mevcut sorunların hiçbirine çözüm olamayacağı da açıktır.

Yazılı basında zaman zaman karşımıza çıkan bu yanlış üslup, aynı şekilde bazı televizyon programlarında da kullanılmaktadır. Birçok program genellikle hem kullanılan üslup hem de içerik olarak insanların boşa vakit geçirecekleri tarzda hazırlanabilmektedir. Birçok kanalda rekabet adı altında, aynı türden, insanları düşündürmekten ve geliştirmekten uzak programlar yayınlanmakta; insanların asıl ihtiyacı olan Allah sevgisi, iman hakikatleri, güzel ahlak gibi hayati konular ise adeta görmezlikten gelinmektedir. Bu yoğun telkin karşısında birçok insan olumsuz etkilenmekte, adeta uyuşmakta ve bu uyuşukluk hali söz konusu kişilerin hemen hemen bütün hayatlarına da etki etmektedir. İnsanlar bir süre sonra, aldıkları bu olumsuz telkinle yaşanan zulümlere ve haksızlıklara karşı ya tamamen ilgisiz kalmakta ya da sadece korku, endişe veya ümitsizlik içeren tepkiler verebilmektedirler.

İnsanları oyalayan, onları korku ve ümitsizliğe düşürüp pasifliğe iten yazı, haber ve programların yapımından bir an önce vazgeçilmelidir. Yayın politikaları, manevi hastalıklara çare olacak şekilde yeniden düzenlenmelidir.

Sorunların Kaynağı İman Zafiyetidir


Şunda hiçbir şüphe yoktur ki dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan çeşitli sorunların asıl kaynağı iman zafiyetidir. İnsanların asıl ihtiyacı olan, imanlarının kuvvetlenmesi, maneviyatlarının takviye edilmesidir. Bu durumda öncelikle yapılması gereken, insanların imanlarındaki zafiyeti ortadan kaldırmaktır. 

Bazı makalelerde ve televizyon programlarında kullanılan şikayetçi üslubun temelinde de iman zafiyeti yatmaktadır. İman zayıflığından dolayı insanlar herşeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu unutmakta, olaylara hayır ve hikmet gözüyle bakamamakta, bundan dolayı şikâyet etmekte, korku ve endişeye kapılmakta, sorunlara bir çözüm getiremeyip ümitsizliğe düşmektedirler. Oysa Allah’a iman etmiş ve tam olarak teslim olmuş bir kişi, her olayda bir hayır olduğunu bilir ve içinde bulunduğu durumu, karşılaştığı her olayı bu bakış açısıyla değerlendirir. Ne kadar zorlu ve sıkıntılı olaylarla karşılaşırsa karşılaşsın sahip olduğu kuvvetli iman, onu korku ve ümitsizliğe kapılmaktan alıkoyar.

Bu nedenle, maneviyatı kuvvetlendirmeye yönelik yapılacak çalışmalar son derece önemlidir. 

İman Zafiyetini Yok Etmenin Yolları

Gazete ve dergilerin köşe yazılarında imani konular işlenmeli, yerel ve ulusal televizyon kanallarında düzenli olarak maneviyatı güçlendirecek eğitici programlar yayınlanmalıdır. İman hakikatleri, Allah’ın yaratmasındaki deliller anlatılmalıdır. İnsanlara, her olayın Allah’ın kontrolünde gerçekleştiği, her olayda hayır olduğu gerçeği devamlı hatırlatılmalıdır. Sıkça kullanılan karamsar üslup terk edilmez ve insanların imanlarını kuvvetlendirecek kültürel faaliyetler yapılmaz ise sorunlar devamlı artar, mevcut sorunlara da çözüm bulunamaz. Bir Kuran ayetinde ümitsizliğin iman etmeyen kişilere ait bir özellik olduğu şöyle bildirilmiştir:

Oğullarım, gidin de Yusuf ile kardeşinden (duyarlı bir araştırmayla) bir haber getirin ve Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez. (Yusuf Suresi, 87)

Kuran’da da açıkça bildirildiği gibi, ümitsizliğe düşmek Müslümana yakışmayacak bir harekettir. Bu yüzden iman edenlerin bilinçlendirilmesi ve imanlarının sağlamlaştırılması için Müslüman Türk Milletine özellikle de yazılı ve görsel basında görev alan kişilere büyük sorumluluk düşmektedir. Bu konumdaki insanlar yazdıkları yazılarda, hazırladıkları programlarda halkımızın maneviyatını sağlamlaştırmaya, onlara güzel ahlakı anlatmaya özen göstermeli, bunları yaparken alaycılıktan şiddetle kaçınan, mukaddesata saygılı ve Allah’ın sınırlarını titizlikle koruyan bir üslup kullanmaya dikkat etmelidirler.



24 Kasım 2014 Pazartesi



Zeka Nedir? 

Zeka, en bilinen anlamıyla insanın düşünme, gerçekleri algılama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tamamıdır. İlk kez karşılaşılan ya da ani olarak gelişen olaylara uyum sağlayabilme, anlama, öğrenme, analiz yeteneği, beş duyunun, dikkatin ve düşüncenin yoğunlaştırılması, ayrıntılara dikkat edilmesi zeka sayesinde gerçekleştirilir. Zekanın farklı tanımlarının olmasına karşılık, zekaya ilişkin teorilerin tümünde zekanın, kişinin doğuştan sahip olduğu, çoğunlukla kalıtımla kuşaktan kuşağa geçen ve merkezi sinir sisteminin işlevlerini kapsayan; deneyim, öğrenme ve çevreden kaynaklanan etkenlerle biçimlenen bir birleşim olduğu belirtilir.

Zekanın Yeri: Beyin

 Zekanın beyinde yer aldığı kabul edilir. Bir insan beyninde 10 milyardan fazla sinir hücresi bulunmakta, her bir hücre ortalama 10.000 hücre ile bağlantı içerisinde çalışmaktadır. Nöron adı verilen bu sinir hücrelerinde sinyaller, çok karmaşık elektro-kimyasal olaylar zinciriyle meydana gelen ve sayısı saniyede 1000e kadar çıkabilen titreşimler halinde iletilmektedir.

 Bir kişi yeni bir ortamda karmaşık problemler çözerken beyninin hangi alanlarını kullanır? sorusu, zekanın iki temel unsuru olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bunlar yeni bir bilgiyi işleme hızı ve belleğin hızıdır. Zeki kişiler kısa süreli belleklerinde daha çok sayıda bilgi tutabilmekte ve bu bilgiler üzerinde çeşitli işlemler gerçekleştirebilmektedirler.

 Araştırmalar daha zeki insanların, beyin aktivitelerini daha küçük alanlara sığdırarak, karmaşık işlemleri çözümleyebildiklerini göstermektedir. Bu kişilerin beyinlerindeki aktive olan alanlar, o iş için kendilerine gerekli olan alanlardır. Daha az yetenekli kişilerin ise aynı işlem için beyinlerinde çok daha geniş bir alanı aktive etmeleri ve bunun için de çok daha fazla enerji harcamaları gerekmektedir. Kısaca bilimsel bulgular, daha zeki beyinlerin daha verimli çalıştıklarını ortaya koymaktadır. 

Zeka yaşamın ilk on yılında büyük bir gelişme kaydetmektedir. Bu süre içinde en hızlı gelişme ilk iki yılda gerçekleşir. Başlangıçta davranışları sadece birkaç refleksten oluşan bebek, iki yıl sonunda Allahın bir yaratış mucizesi olarak kendi başına yürüyebilen, konuşabilen, bazı problemleri çözebilen, neden-sonuç ilişkisi kurabilen, basit planlamalar yapabilen, hatırlayabilen bir kişi haline gelir.

Peki bunun sebebi nedir?

Beynin yapıtaşları sinir hücreleri yani nöronlardır. Nöron adı verilen sinir hücreleri, diğer hücrelerden farklı olarak dendrit ve akson denilen bölümlere sahiptir. Dendrit çok sayıda kısa uzantıdan oluşur ve hücrenin kökleri gibidir. Aksonlar ise hücrenin gövdesinden çıkan uzun, tek bir parçadan oluşan, uyarıların gönderildiği ince liflerdir ve beyne mesajların taşınmasında görev alırlar.  Beynimizdeki sinir hücrelerinin yüz trilyon bağlantı noktası vardır. Bu bağlantı noktalarında büyük bir moleküler trafik sürekli devam eder. Her sinir hücresinde, bilgiyi almak üzere bulunan dendrit ve hücrenin uzun bölümünü oluşturan ve bilgi çıkışını sağlayan aksonların çevresi onları korumakla görevli miyelin adlı bir maddeyle kaplıdır. Hücreler arası bilgi aktarımı da sinapslar sayesinde olur. Sinapslar komşu sinir hücrelerinin birbirlerine çok yaklaştıkları fakat tam olarak değmedikleri küçük bölümlerdir.

 Kişiler arasındaki zeka farkları, sinir hücresi temel alındığında, dendrit sayısı, nöron sayısı, sinaps sayısı, sinapslardaki bilgi aktarımının kalitesi ya da miyelin kalitesi gibi birçok alandan kaynaklanabilir. Ancak sözü geçen alanların hiçbirini, ölçmek ve değerlendirmek mümkün değildir.

 Bu nedenle, zekanın biyolojik temellerini anlamamıza yardımcı olabilecek iki değişik model vardır.

Beyinde Ne Nerededir?



* Sağ beyin (beynin sağ lobu) yeni fikir üretebilmeye, duygulara, seslere ve renklere, hayal gücüne, sezgilere ve soyut algılamalara daha yatkın çalışmaktadır.

* Sol beyin (beynin sol lobu) mantıklı, sistematik ve analitik düşünmeye, yazı ve sayılara, ölçme değerlendirme ve eleştirmeye daha yatkın olarak çalışmaktadır.

İnsan beyninin bu özellikleri farklı zeka alanlarının tanımlanmasına, zeka testlerinin çok çeşitli kategorilerde ölçümler yapmalarına neden olmuştur.

1. Miyelin Hipotezi

Bir elektrik kablosu daha iyi izole edildiğinde, nasıl elektriği daha hızlı iletir, daha verimli çalışır ve kısa devre yapma olasılığı azalırsa, daha sağlam şekilde miyelinle kaplanmış aksonlar da, daha çabuk ve daha az kayıpla çalışırlar. Bu görüş, kişinin gelişimiyle de desteklenmektedir. Kişinin öğrenme hızı yaşamının 15. yılına kadar hızlıdır ve 65. yıldan sonra da düşmeye başlar. Bu zamanlama, miyelinin oluşumu ve tekrar yıkılması ile de paraleldir.

 2. Nöral Ayıklama Hipotezi

Kişinin beynindeki sinaps sayısı hep aynı kalmaz. Kişi büyüdükçe, beyinde yeni bağlantılar oluşur. Ancak bu bağlantılar zaman içinde gerilemeye başlar. Bu sürece nöral temizleme/ayıklama adı da verilir. Yaşamın ilk beş yılında oluşan bağlantılar, yaşamın 15. yılına kadar ayıklanmaya başlar. Zeka geriliği olan kişilerin ölümlerinden sonra beyinlerinde yapılan incelemeler, bu kişilerin beyinlerinde alışılmışın dışında yüksek sayıda sinaps olduğunu göstermiştir. Bunun açıklaması, bu kişilerin beyinlerinde gereğinden fazla bağlantı olduğu, yani çok fazla şeyin çok fazla şeyle bağlantı kurduğudur. Buna karşılık deha olarak tanımlanan kişilerin beyinlerinde, belki de bu temizleme ya da ayıklama işlemi çok verimli bir şekilde gerçekleşmiş ve sadece gerekli sinapslar beyinde saklanmış olabilir. Bu da, bu kişilerin beyinlerinin küçük bir bölümünü kullanmalarını ve daha az enerji harcamalarını açıklayabilir.

Beynin kendisinin de sinir hücrelerinden oluştuğu düşünüldüğünde, kendi kendini araştıran, inceleyen, analiz edenin bu hücre bağlantılarının ötesinde bir şuur olduğu apaçık bir gerçektir. Elbette bu şuur, beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. Bu nedenle bu soruya herşeyin maddeden ibaret olduğunu iddia eden materyalistler ve Darwinistler cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Allah bütün bu algıları her insanın ruhu için ayrı ayrı yaratmaktadır. Bu algıları yaratan Allah mutlak tek varlıktır.

Sinapslar, iki nöronun akson terminallerinin uçlarındaki boşluklardır. İki nöron arasındaki iletişim, 'sinaps' denilen bu bağlantı noktalarında kurulur. Nasıl bir telefon santrali sayesinde aynı anda, çok sayıda insan birbirleriyle konuşabilirse; benzer şekilde bir nöron da sinapsları kanalıyla çok sayıda nöronla aynı anda haberleşebilir.

ZEKA VE AKIL FARKI

Zeka ve akıl çoğu zaman aynı anlamda kullanılsa da tamamen farklı iki kavramdır. Zeka, sebep ile sonuç arasındaki bağlılıkları bulmak, benzerlik ve farklılıkları anlamaktır.  Akıllı bir insan, zekanın sağladığı tüm avantajları kullanmasının yanında, zeki bir insanın sahip olmadığı bir kavrayış ve yeteneğe de sahiptir.

 Akıl, insana zekanın çok üstünde bir anlayış kazandıran, derin düşünebilme, doğruyu bulabilme ve her konuda çözüm getirebilme yeteneğidir. Dahası akıl, hayatın her alanına hakim olan ve pek çok konuda başarı sağlayan bir yetenektir. Kişinin doğruyu yanlıştan ayırabilmesini ve böylece yaşamın her safhasında en doğru şekilde düşünebilmesini, en sağlıklı değerlendirmeleri yapabilmesini ve en isabetli kararları alabilmesini sağlamaktadır. Akıl sahibi bir insan, karşılaştığı olaylarda pek çok insanın göremediği detayları görebilir, ince teşhisler yapabilir ve olaylardan doğru ve hikmetli sonuçları çıkarabilir. İleriye yönelik projelerde çok aşamalı düşünebilir, karşılaşılabilecek durumları önceden tespit edebilir ve kusursuz planlamalar yapabilir. Aynı şekilde geçmişteki tecrübelerini de en iyi şekilde değerlendirerek, bunları en gerekli yerlerde en akılcı şekilde kullanabilir.

 İnsana bu yeteneği kazandıran yegane özellik ise imandır. Allah, iman edip Kendisinden korkup sakınan insanlara Katından özel bir anlayış verir. Kuran'da Allah korkusunun insana kazandırdığı bu anlayış şöyle ifade edilmiştir:

 Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)




Zeka Testleri ve IQ

Stanford-Binet Testinde zeka yaşı, çocuğun hangi yaş aralığına giren skoru aldığına göre belirleniyor. Örneğin, 5 yaşındaki bir çocuğun zeka testindeki performansı yüksekse, zeka yaşının daha yüksek olduğu söylenebiliyor.

IQ = (Zihinsel Yaş / Kronolojik Yaş) x 100

Zeka bölümlerinin (IQ) karşılıkları şöyledir:

IQ 0- 25 arası ağır gerilik

IQ 26-50 arası orta gerilik

IQ 51-75 arası hafif gerilik

IQ 76-90 arası sınır zekalılar

IQ 91-110 arası normal zeka

IQ 111-125 arası ileri zeka

IQ 126-140 arası üstün zeka

IQ 140-155 arası çok üstün zeka

IQ 156-ve üzeri deha



"ORGANİZE OLMUŞ MADDE SAFSATASI"




 ‘Organize Olmuş Madde’ Safsatası

Materyalistler, madde dışındaki tüm varlıkları reddettikleri için ruhun varlığını kabul etmemek konusunda son derece ısrarlıdırlar. Bu nedenle insan bilincini, beyni oluşturan maddelere indirgemeye çalışırlar. Bunun için kullandıkları temel varsayım, "organize olmuş madde" kavramıdır. Yani onların iddiasına göre, insana bilinç kazandıran etken, beynin içindeki nöronların arasında çok iyi bağlantılar olmasıdır. Bu nöronlar arasındaki kimyasal ve elektriksel hareketliliğin, "benlik" dediğimiz şuuru oluşturduğunu iddia etmektedirler.

Ancak materyalizmin bu iddiası hiçbir kanıta dayanmamaktadır ve ayrıca mantıksal olarak da kabul edilemezdir. Maddenin, organize oldukça şuur kazandığını iddia etmek oldukça akıldışıdır. Ayrıca, bunu gösteren hiçbir kanıt yoktur. Canlılar dışındaki en iyi "organize olmuş madde"ler, günümüzün bilgisayarlarıdır. Ama bu bilgisayarların hiçbirinde bir "benlik şuuru" yoktur ve bunun sağlanabileceğine dair varsayımların boşuna olduğu da anlaşılmış bulunmaktadır. Bir bilgisayar, çok iyi bir programlama sayesinde çok başarılı işlemler yapabilir, ama bir "bilinç" sahibi olamaz. Bir bilgisayar ne kadar gelişmiş olursa olsun, sonuçta bir "hesap makinesi"dir.

Dahası, sözünü ettiğimiz bilgisayarlar, insan bilinci tarafından tasarlanmış, büyük bir bilgi ve teknoloji sayesinde üretilebilmiş araçlardır. İnsan bilincinin çok çok gerisinde olan bilgisayarların, maddenin kendi kendini rastlantılar sonucunda organize etmesiyle oluştuklarını iddia etmek son derece mantıksız ve akıl dışı iken bilgisayarlardan çok daha üstün ve kompleks olan insan bilincinin rastlantılar sonucunda oluştuğunu iddia etmek çok daha mantıksızdır.

Hiçbir rastlantısal olay, yüzmilyarlarca yıl verilse dahi, düşünme, zevk alma, karar verme, adalet, dürüstlük, merhamet, şefkat, sevgi gibi hislere sahip, heyecanlanmayı, özlemeyi, vefayı bilen bilinci, cansız maddeleri bir araya getirerek oluşturamaz. Hiçbir rastlantısal olay, akledemeyen, düşünemeyen bir varlığa sanat eserleri meydana getirebileceği, en zor matematik problemlerini çözebileceği, uzaya gidecek teknolojiyi üretebileceği, atomları inceleyerek çözebileceği bir bilinci kazandıramaz. Yüz milyarlarca yıl geçse ve bütün imkanlar verilse dahi bir maymun, Rembrandt gibi resim yapıp, Beethoven gibi besteler yapamaz, New York gibi bir şehri inşa edip Einstein gibi fiziğin kanunlarını çözemez.

Beynin İşlevlerini Aşan Bir Olgu

Ruhsal özelliklerin beyinden kaynaklandığına inanan materyalistler, beynin yapısı çözüldükçe giderek daha büyük bir çıkmaza düşmektedirler. Günümüzde beyinde bütün duyulara ait merkezler tespit edilebilmektedir. Bir kası çalıştırmak için hangi bölgenin kullanıldığı, beyindeki elektriksel ve kimyasal faaliyetler gözlemlenerek saptanmaktadır. Hatta bu bölgelere yapılan müdahalelerle çeşitli tedaviler yapılabilmektedir. Yani bilim adamları neredeyse beynin bütün organik işlevlerini, bunların hangi mekanizmalarla çalıştığını tespit etmişlerdir. Ancak, insanın ayırt edici özelliği olan bilince ve ona bağlı özelliklere ait bir bölge beyinde yoktur.

Bu nedenle, ruhu beynin bir fonksiyonu olarak kabul eden (yani ruhu maddeye "indirgemeye" çalışan) materyalist anlayış, insanın sırlarını çözdüğünü zannederken gerçekte büyük bir sırla karşı karşıya kalmıştır.

Beyin araştırmalarındaki gelişmeler, bazı materyalistleri de bilincin yapısı hakkında yeni yorumlar yapmaya itmiştir. Bunlardan biri Bristol Üniversitesi profesörlerinden Nöropsikolog ve Beyin Araştırmaları Bölüm Başkanı Richard L. Gregory'dir. Gregory bilinç konusunu açıklarken şunları söyler:

"Bilinç, zihnimizin en bildik ama en gizemli unsurudur. Bir yandan her birimiz için deneyim yaşayan, algıları ve duyumları idrak eden, acı çeken, fikir üreten ve bilinçli olarak plan yapan daha kesin bir şey var mıdır? Diğer yandan dünyada bilinç ne anlama gelebilir? Maddi bir dünyada maddi vücutlar böyle bir şeye nasıl sahip olabilirler? Bilim, görünüşte gizemli olan birçok şeyin sırrını ortaya çıkardı. Manyetizma, fotosentez, sindirim, hatta üreme gibi. Oysa bilinç bunlara kesinlikle benzemiyor."

Materyalist önkabullerle yola çıkan bazı bilim adamları ise, deliller karşısında önyargılarını terk etmeye karar vermişlerdir. Bunlardan biri, beyin konusundaki araştırmaları ile tanınan Beyin Cerrahı Wilder Penfield'dır. Penfield, yıllarca süren çalışmalardan sonra ruhun varlığının inkar edilemeyecek bir gerçek olduğu sonucuna varmıştır:

"… Aklı sadece beyin fonksiyonu olarak yıllarca açıklamaya çalıştıktan sonra, bir kişinin, varlığımızın iki önemli unsurdan meydana geldiğini savunan hipotezi benimsemesinin daha mantıklı olduğu sonucuna vardım... Aklı, beynin içindeki sinirsel işlemler bazında açıklamanın imkansız olacağı kesin olarak gözüktüğü için, varlığımızın iki önemli unsur (madde ve ruh) açısından açıklanması gerektiği savını seçmek zorunda kalıyorum."

Tuğladaki Atomlar, Beynimizdeki Atomlar

Bilinç konusunda çağımızın en önde gelen otoritelerinden biri, Oxford Üniversitesi'nin Nobel ödüllü bilim adamı Roger Penrose'dur. Ünlü fizikçi Stephen Hawking'in de yakın çalışma arkadaşı olan Penrose, astronomi konusundaki uzun çalışmalarının ardından beynin yapısını ve bilinç konusunu araştırmaya başlamıştır. Penrose'un The Emperor's New Mind (İmparatorun Yeni Zihni) adlı kitabı, bu konudaki en önemli eserlerden biridir.

Roger Penrose, bu kitapta, materyalistlerin "bilinç üreten beyin" teorilerine karşı şunları yazar:

"Bazı nörofizyologlar da, özellikle beyindeki ağsı yapının bilincin 'yerini' -gerçekten böyle bir yer varsa- oluşturduğu görüşündeler. Ne de olsa ağsı yapı beynin genel uyanıklık durumundan sorumludur... Bilinçli olmak için ihtiyacımız olan sadece aktif bir ağsı yapı sistemi ise, kurbağalar, kertenkeleler ve morina balıkları bile bilinçli demektir!"

İnsanı bilinçli bir varlık kılan elbette bilinçsiz atomların yan yana dizilmeleri değildir. Düşünen, karar veren, konuşan, konuşulanları anlayan varlığın beynimizi ve vücudumuzu meydana getiren cansız atomlar olmadığı apaçıktır. Bilinç ve ona bağlı davranışların sadece maddenin bir işlevi olduğunu düşünenlere karşı Penrose şunları söylemektedir:

"Belirli bir kimseye onun insan kimliğini veren nedir? Bir dereceye kadar vücudunu meydana getiren atomlar mıdır? İnsan kimliği atomları meydana getiren elektron, proton ve diğer partiküllerin özgün seçimine mi bağlıdır? Bunun böyle olmadığını gösteren en azından iki neden vardır:

Birincisi, yaşayan herkesin bedenini meydana getiren materyalde aralıksız bir değişim vardır. Bu, her ne kadar doğumdan sonra yeni beyin hücreleri meydana gelmese de, bir kimsenin özellikle beyin hücreleri için de geçerlidir. Doğumdan beri her bir hücrenin ve vücudumuzu meydana getiren maddelerin hemen tamamı defalarca değiştirilmiştir.

İkinci neden, kuantum fiziğinden gelir... Eğer bir kimsenin beynindeki bir elektron, bir tuğladaki diğer bir elektronla değiştirilse idi, sistemin durumu bir önceki ile tamamen aynı olurdu, adeta ayırt edilemezdi. Aynı şey protonlar ve diğer bütün parçacıklar için de geçerlidir. Eğer bir kimsenin bedenindeki tüm madde bu evin tuğlalarındaki uygun parçacıklar ile değiştirilse idi, tam anlamı ile hiçbir şey fark etmezdi."

Penrose bir insanın bütün atomlarını tuğlanın atomları ile değiştirsek bile insanı bilinçli yapan özelliklerin tamamen aynı kalacağını açıkça ifade etmektedir. Ya da tam tersini düşünebiliriz. Eğer beynin atomlarının parçacıklarını tuğlanınkilerle değiştirirsek bu da elbette tuğlayı bilinçli yapmaz. Tuğla yine tuğla olarak kalır. İnsanı insan yapan özelliklerin maddenin bir özelliği olmadığı, onun dışında bir varlık olduğu çok açıktır.

Bilinç Mucizesi

Beyin algılarla bağlantılı olarak çalışan ve belirli merkezlerde bu algıları toplayarak bunları birleştiren bir organdır. Ancak beyinle ilgili bütün bilgilerin toplamı dahi, bilim adamlarına bilinç hakkında aradıkları cevabı vermemektedir. Örnek olarak, görme işleminin nasıl gerçekleştiğini ele alalım. Bir cisimden örneğin bir çiçekten gelen uyarılar gözümüze ulaşır. Göz, bir kamera gibi bu görüntüyü yakalar ve beyindeki sinirlere iletir. Sinirler boyunca yol alan çiçek görüntüsüne ait bilgiler, beynin görme merkezine ulaşır ve bu bölgede çiçek görüntüsü meydana gelir. Buraya kadar olan süreçte beynin mekanik işlemleri söz konusudur. Ancak beynin görme merkezinde duran çiçek görüntüsünü gören, onun bir çiçek olduğunu anlayan, hafızasındaki diğer çiçeklerle kıyaslayan, çiçekten aldığı kokularla anıları canlanan varlık, beynin bizim anlayabildiğimiz maddi yapısının dışındadır. Beynin içinde oluşan görüntüyü bir göze ihtiyaç duymadan gören, bu görüntünün kokusunu bir burna ihtiyaç duymadan koklayan bir varlık vardır. Bilim adamlarını hayrete düşüren mucizevi nokta budur.

Beynin sinirlerden, atomlardan oluşan maddesel yapısı, insanın hizmetine verilmiş üstün bir makinedir. Ancak insanın ruhuna ait olan ve insanı insan yapan özellikler beynin bu maddesel yapısının dışındadır. Beyin, bu özelliklerin ortaya çıkışında sadece bir aracı görevi görmektedir. Yani ruhun kendi dışındaki dünyayla bağlantısı, beyinde odaklanan algı merkezleri sayesinde gerçekleşmektedir.

Bilinç çalışmalarının önde gelen bilim adamı Eccles’ın bu konudaki yorumu şöyledir:

"Materyalist çözümler bizim tecrübe ettiğimiz eşsizlik karşısında çaresiz kaldıkları için, Benlik veya Ruh eşsizliğine doğaüstü, ruhsal bir yaratılış özelliği vermek zorunda kalıyorum. Teolojik terimlerle açıklamak gerekirse: her bir Ruh, döllenme ve doğum arasında gelişen fetüse ekilmiş yeni bir İlahi yaratılıştır."

Bilinç, bir anda ortaya çıkmış, sadece insana özgü üstün bir özelliktir. Allah, bu özelliği insana akletmesi için vermiştir. İnsanın yapması gereken ise; alemleri yoktan vareden Yüce Allah’ı gerektiği gibi tanıyıp takdir etmek ve kendisine verilen sayısız nimete, her an şükretmektir.



RUHTAKİ BİLİNÇ VE SIRLAR

 Bilinç ve Sırları

İnsanı diğer tüm canlı ve cansız varlıklardan ayırt eden bilinç sahibi oluşudur. Peki bilincimizin kaynağı nedir? Eğer cevabınız "beyin" ise yanılıyorsunuz demektir. Çünkü beynimiz de aynı bir sandalye veya bir bardak gibi atomların yanyana gelmesiyle oluşmuş bir madde yığınıdır.Sandalyenin atomları düşünemediğine göre, beyninizdeki atomlar dadüşünemez. Bu da gösterir ki bilinciniz farklı bir kaynaktan gelmektedir. Bu kaynak, ruhtur.

Acaba neden bilinçlisiniz, bunu hiç düşündünüz mü?

Çevrenize baktığınızda, bilincin sıradan bir şey olmadığını kolaylıkla anlayabilirsiniz. Oturduğunuz odadaki eşyalara bakın. Bir sandalyeyi düşünün, örneğin. Bu sandalyenin bir bilinci yoktur. Kendi varlığının farkında değildir. Düşünmez, görmez, hissetmez. Sandalyeyi meydana getiren parçalarda, örneğin tahtada, çivilerde, tutkalda, kumaşta, süngerde de bir bilinç yoktur. Bunları daha detaylı incelerseniz, hepsinin belli moleküllerden, bu moleküllerin de atomlardan oluştuğunu görürsünüz. Elbette bu atomların da bir bilinci yoktur. Belli bir düzen içinde biraraya getirilmiş, cansız, akılsız birer madde-enerji karışımıdırlar.

Etrafımızdaki hangi maddeyi incelersek inceleyelim, bilinçsiz olduğunu görürüz. Hangi elementlerden meydana gelmiş olursa olsun, hangi formda (sıvı, katı veya gaz halinde) bulunursa bulunsun madde bilinçsizdir. Bir sandalye, bir taş, bir bardak su; hiçbirinde bilinç yoktur.

Peki sizin bilinciniz nereden gelmektedir?

Eğer bu soruya "beynimden" diye cevap verecek olursanız, bu yüzeysel bir cevap olur. Çünkü beyin de, detayına inildiğinde, bir sandalye, bir taş veya bir bardak su gibi atomların yanyana gelmesiyle oluşmuş bir madde yığınıdır. Bir tahta sandalyede nasıl atomlar belli bir düzen içinde bir araya getirilmişlerse, sizin beyninizdeki atomlar da belli bir düzen içinde bir araya getirilmişlerdir ve aralarında çeşitli bağlar kurularak birleştirilmişlerdir. Sandalyenin atomları düşünemediği gibi, beyninizdeki atomlar da düşünemezler.

Bu da gösterir ki, bilinciniz, beyninizdeki atomlardan, moleküllerden, hücrelerden daha farklı bir kaynaktan gelmektedir. Bu kaynak, ruhtur.


GERÇEK MUTLAK VARLIK ALLAH'TIR



Günümüzde bilimsel gelişmeler göstermektedir ki maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap olduğumuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizdeki kopyaları ile muhatap olur. Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek madde zannederek yanılırız. Elinizdeki dergi, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler gerçekte beyninizin içinde görülmektedir. Peki bu görüntüleri beyninizin içinde gören kimdir?

Beyninizin içinde, bir göze ihtiyaç duymadan bu derginin görüntüsünü gören, gördüklerini anlayan, okuduklarından etkilenen, bunlar üzerinde düşünen kimdir? Beyne ulaşan elektrik sinyallerini bir kulağa ihtiyaç duymadan, bir dostunun sesi veya en sevdiği şarkı olarak dinleyen, dinlediklerinden zevk alan kimdir? Bu algıladıkları ile düşünen, sevinen, üzülen, heyecanlanan varlık, protein ve yağlardan oluşan beynin kendisi olabilir mi?

Bu sorular üzerinde düşünen bir insan şuurlu olarak gören, işiten ve hisseden varlığın madde ötesinde bir varlık olduğunu hemen görecektir. İşte bu varlık "ruh"tur. "Maddesel dünya" dediğimiz algılar bütünü, işte bu ruh tarafından seyredilen bir hayaldir. Ve biz bu hayalin, beynimiz dışında maddesel bir karşılığı var mı asla bilemeyiz. Çünkü duyularımız aracılığı ile hiçbir zaman beynimizin dışındaki dünyaya ulaşamayız. Nasıl rüyalarımızda maddesel karşılığı olmayan olay ve nesneleri gerçekmiş gibi görüyorsak, bu dünya hayatına ait görüntüleri de maddesel karşılıkları olmadan, beynimizde oluşan görüntüler olarak görüyor olabiliriz.

Sonuç olarak bizim madde olarak algıladığımız herşey, ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir. Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını -ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar- değil, birer "ruh"tur. Tüm bu gerçekler, bizi çok önemli bir soruyla daha karşı karşıya getirir: Madem maddesel dünya olarak tanıdığımız şey gerçekte ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir, o halde bu algıların kaynağı nedir?...

Bu soruya cevap verirken dikkat edilmesi gereken gerçek şudur; maddenin kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur. Madde bir algı olduğuna göre, "yapay" bir şeydir. Bu algının bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak yaratılması gerekir. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam etmesi gibidir. Peki bizim ruhumuza yıldızları, dünyayı, bitkileri, insanları, bedenimizi ve gördüğümüz diğer herşeyi sürekli olarak seyrettiren kimdir? Çok açıktır ki, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir Yaratıcı vardır. Bu Yaratıcı sonsuz bir güç ve bilgi sahibidir. O Yaratıcı Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. 


"SANA RUHTAN SORARLAR..."



 "Sana Ruh'tan sorarlar; De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir." (İsra Suresi, 85)

Madde dışında hiçbir varlığın mevcudiyetini kabul etmeyen materyalist felsefenin hiçbir açıklama getiremediği konulardan biri insan ruhudur. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak düşünen, anlayan, idrak eden, sevinen, heyecanlanan, karar veren, muhakeme ve yargı yeteneği olan, estetik zevkine sahip, tasarım yapabilen bir varlıktır.

Madde dışında hiçbir varlığın mevcudiyetini kabul etmeyen materyalist felsefenin hiçbir açıklama getiremediği konulardan biri insan ruhudur. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak düşünen, anlayan, idrak eden, sevinen, heyecanlanan, karar veren, muhakeme ve yargı yeteneği olan, estetik zevkine sahip, tasarım yapabilen bir varlıktır. Ancak insanı atom yığını olarak gören materyalistler, bu özelliklerin kaynağının ne olduğunu hiçbir zaman açıklayamazlar. Çünkü düşünen, akleden ve kavrama yeteneğine sahip olan varlığın, şuursuz ve cansız atomlar olamayacağı açıktır. İnsana tüm bu özelliklerini kazandıran, onu diğer canlılardan farklı kılan, Allah'ın ona Kendisinden üflediği Ruh'tur.

NASIL GÖRÜYORUZ?

Yaşadığımız dünya ile ilgili tüm bilgilerimiz bize beş duyumuz aracılığı ile ulaşır. Gözümüzün gördüğü, elimizin dokunduğu, burnumuzun kokladığı, dilimizin tattığı, kulağımızın duyduğu bir dünyayı tanırız. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için "dış dünya"nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir. Görme çok aşamalı bir biçimde gerçekleşir.

Görme sırasında, herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte beynin arkasındaki küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir bölgede yaşanır. Şimdi genelde herkesçe bilinen bu bilgi üzerinde bir kez daha dikkatlice düşünelim:

Biz, "görüyorum" derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu "etkiyi" görürüz. Yani "görüyorum" derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz. Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm3'lük görme merkezinde oluşur. Okuduğunuz bu satırlar da, ufka baktığınızda gördüğünüz uçsuz bucaksız manzara da, bu küçücük yerde meydana gelmektedir. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha vardır. 

Kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir.