24 Kasım 2014 Pazartesi



Zeka Nedir? 

Zeka, en bilinen anlamıyla insanın düşünme, gerçekleri algılama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tamamıdır. İlk kez karşılaşılan ya da ani olarak gelişen olaylara uyum sağlayabilme, anlama, öğrenme, analiz yeteneği, beş duyunun, dikkatin ve düşüncenin yoğunlaştırılması, ayrıntılara dikkat edilmesi zeka sayesinde gerçekleştirilir. Zekanın farklı tanımlarının olmasına karşılık, zekaya ilişkin teorilerin tümünde zekanın, kişinin doğuştan sahip olduğu, çoğunlukla kalıtımla kuşaktan kuşağa geçen ve merkezi sinir sisteminin işlevlerini kapsayan; deneyim, öğrenme ve çevreden kaynaklanan etkenlerle biçimlenen bir birleşim olduğu belirtilir.

Zekanın Yeri: Beyin

 Zekanın beyinde yer aldığı kabul edilir. Bir insan beyninde 10 milyardan fazla sinir hücresi bulunmakta, her bir hücre ortalama 10.000 hücre ile bağlantı içerisinde çalışmaktadır. Nöron adı verilen bu sinir hücrelerinde sinyaller, çok karmaşık elektro-kimyasal olaylar zinciriyle meydana gelen ve sayısı saniyede 1000e kadar çıkabilen titreşimler halinde iletilmektedir.

 Bir kişi yeni bir ortamda karmaşık problemler çözerken beyninin hangi alanlarını kullanır? sorusu, zekanın iki temel unsuru olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bunlar yeni bir bilgiyi işleme hızı ve belleğin hızıdır. Zeki kişiler kısa süreli belleklerinde daha çok sayıda bilgi tutabilmekte ve bu bilgiler üzerinde çeşitli işlemler gerçekleştirebilmektedirler.

 Araştırmalar daha zeki insanların, beyin aktivitelerini daha küçük alanlara sığdırarak, karmaşık işlemleri çözümleyebildiklerini göstermektedir. Bu kişilerin beyinlerindeki aktive olan alanlar, o iş için kendilerine gerekli olan alanlardır. Daha az yetenekli kişilerin ise aynı işlem için beyinlerinde çok daha geniş bir alanı aktive etmeleri ve bunun için de çok daha fazla enerji harcamaları gerekmektedir. Kısaca bilimsel bulgular, daha zeki beyinlerin daha verimli çalıştıklarını ortaya koymaktadır. 

Zeka yaşamın ilk on yılında büyük bir gelişme kaydetmektedir. Bu süre içinde en hızlı gelişme ilk iki yılda gerçekleşir. Başlangıçta davranışları sadece birkaç refleksten oluşan bebek, iki yıl sonunda Allahın bir yaratış mucizesi olarak kendi başına yürüyebilen, konuşabilen, bazı problemleri çözebilen, neden-sonuç ilişkisi kurabilen, basit planlamalar yapabilen, hatırlayabilen bir kişi haline gelir.

Peki bunun sebebi nedir?

Beynin yapıtaşları sinir hücreleri yani nöronlardır. Nöron adı verilen sinir hücreleri, diğer hücrelerden farklı olarak dendrit ve akson denilen bölümlere sahiptir. Dendrit çok sayıda kısa uzantıdan oluşur ve hücrenin kökleri gibidir. Aksonlar ise hücrenin gövdesinden çıkan uzun, tek bir parçadan oluşan, uyarıların gönderildiği ince liflerdir ve beyne mesajların taşınmasında görev alırlar.  Beynimizdeki sinir hücrelerinin yüz trilyon bağlantı noktası vardır. Bu bağlantı noktalarında büyük bir moleküler trafik sürekli devam eder. Her sinir hücresinde, bilgiyi almak üzere bulunan dendrit ve hücrenin uzun bölümünü oluşturan ve bilgi çıkışını sağlayan aksonların çevresi onları korumakla görevli miyelin adlı bir maddeyle kaplıdır. Hücreler arası bilgi aktarımı da sinapslar sayesinde olur. Sinapslar komşu sinir hücrelerinin birbirlerine çok yaklaştıkları fakat tam olarak değmedikleri küçük bölümlerdir.

 Kişiler arasındaki zeka farkları, sinir hücresi temel alındığında, dendrit sayısı, nöron sayısı, sinaps sayısı, sinapslardaki bilgi aktarımının kalitesi ya da miyelin kalitesi gibi birçok alandan kaynaklanabilir. Ancak sözü geçen alanların hiçbirini, ölçmek ve değerlendirmek mümkün değildir.

 Bu nedenle, zekanın biyolojik temellerini anlamamıza yardımcı olabilecek iki değişik model vardır.

Beyinde Ne Nerededir?



* Sağ beyin (beynin sağ lobu) yeni fikir üretebilmeye, duygulara, seslere ve renklere, hayal gücüne, sezgilere ve soyut algılamalara daha yatkın çalışmaktadır.

* Sol beyin (beynin sol lobu) mantıklı, sistematik ve analitik düşünmeye, yazı ve sayılara, ölçme değerlendirme ve eleştirmeye daha yatkın olarak çalışmaktadır.

İnsan beyninin bu özellikleri farklı zeka alanlarının tanımlanmasına, zeka testlerinin çok çeşitli kategorilerde ölçümler yapmalarına neden olmuştur.

1. Miyelin Hipotezi

Bir elektrik kablosu daha iyi izole edildiğinde, nasıl elektriği daha hızlı iletir, daha verimli çalışır ve kısa devre yapma olasılığı azalırsa, daha sağlam şekilde miyelinle kaplanmış aksonlar da, daha çabuk ve daha az kayıpla çalışırlar. Bu görüş, kişinin gelişimiyle de desteklenmektedir. Kişinin öğrenme hızı yaşamının 15. yılına kadar hızlıdır ve 65. yıldan sonra da düşmeye başlar. Bu zamanlama, miyelinin oluşumu ve tekrar yıkılması ile de paraleldir.

 2. Nöral Ayıklama Hipotezi

Kişinin beynindeki sinaps sayısı hep aynı kalmaz. Kişi büyüdükçe, beyinde yeni bağlantılar oluşur. Ancak bu bağlantılar zaman içinde gerilemeye başlar. Bu sürece nöral temizleme/ayıklama adı da verilir. Yaşamın ilk beş yılında oluşan bağlantılar, yaşamın 15. yılına kadar ayıklanmaya başlar. Zeka geriliği olan kişilerin ölümlerinden sonra beyinlerinde yapılan incelemeler, bu kişilerin beyinlerinde alışılmışın dışında yüksek sayıda sinaps olduğunu göstermiştir. Bunun açıklaması, bu kişilerin beyinlerinde gereğinden fazla bağlantı olduğu, yani çok fazla şeyin çok fazla şeyle bağlantı kurduğudur. Buna karşılık deha olarak tanımlanan kişilerin beyinlerinde, belki de bu temizleme ya da ayıklama işlemi çok verimli bir şekilde gerçekleşmiş ve sadece gerekli sinapslar beyinde saklanmış olabilir. Bu da, bu kişilerin beyinlerinin küçük bir bölümünü kullanmalarını ve daha az enerji harcamalarını açıklayabilir.

Beynin kendisinin de sinir hücrelerinden oluştuğu düşünüldüğünde, kendi kendini araştıran, inceleyen, analiz edenin bu hücre bağlantılarının ötesinde bir şuur olduğu apaçık bir gerçektir. Elbette bu şuur, beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. Bu nedenle bu soruya herşeyin maddeden ibaret olduğunu iddia eden materyalistler ve Darwinistler cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Allah bütün bu algıları her insanın ruhu için ayrı ayrı yaratmaktadır. Bu algıları yaratan Allah mutlak tek varlıktır.

Sinapslar, iki nöronun akson terminallerinin uçlarındaki boşluklardır. İki nöron arasındaki iletişim, 'sinaps' denilen bu bağlantı noktalarında kurulur. Nasıl bir telefon santrali sayesinde aynı anda, çok sayıda insan birbirleriyle konuşabilirse; benzer şekilde bir nöron da sinapsları kanalıyla çok sayıda nöronla aynı anda haberleşebilir.

ZEKA VE AKIL FARKI

Zeka ve akıl çoğu zaman aynı anlamda kullanılsa da tamamen farklı iki kavramdır. Zeka, sebep ile sonuç arasındaki bağlılıkları bulmak, benzerlik ve farklılıkları anlamaktır.  Akıllı bir insan, zekanın sağladığı tüm avantajları kullanmasının yanında, zeki bir insanın sahip olmadığı bir kavrayış ve yeteneğe de sahiptir.

 Akıl, insana zekanın çok üstünde bir anlayış kazandıran, derin düşünebilme, doğruyu bulabilme ve her konuda çözüm getirebilme yeteneğidir. Dahası akıl, hayatın her alanına hakim olan ve pek çok konuda başarı sağlayan bir yetenektir. Kişinin doğruyu yanlıştan ayırabilmesini ve böylece yaşamın her safhasında en doğru şekilde düşünebilmesini, en sağlıklı değerlendirmeleri yapabilmesini ve en isabetli kararları alabilmesini sağlamaktadır. Akıl sahibi bir insan, karşılaştığı olaylarda pek çok insanın göremediği detayları görebilir, ince teşhisler yapabilir ve olaylardan doğru ve hikmetli sonuçları çıkarabilir. İleriye yönelik projelerde çok aşamalı düşünebilir, karşılaşılabilecek durumları önceden tespit edebilir ve kusursuz planlamalar yapabilir. Aynı şekilde geçmişteki tecrübelerini de en iyi şekilde değerlendirerek, bunları en gerekli yerlerde en akılcı şekilde kullanabilir.

 İnsana bu yeteneği kazandıran yegane özellik ise imandır. Allah, iman edip Kendisinden korkup sakınan insanlara Katından özel bir anlayış verir. Kuran'da Allah korkusunun insana kazandırdığı bu anlayış şöyle ifade edilmiştir:

 Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)




Zeka Testleri ve IQ

Stanford-Binet Testinde zeka yaşı, çocuğun hangi yaş aralığına giren skoru aldığına göre belirleniyor. Örneğin, 5 yaşındaki bir çocuğun zeka testindeki performansı yüksekse, zeka yaşının daha yüksek olduğu söylenebiliyor.

IQ = (Zihinsel Yaş / Kronolojik Yaş) x 100

Zeka bölümlerinin (IQ) karşılıkları şöyledir:

IQ 0- 25 arası ağır gerilik

IQ 26-50 arası orta gerilik

IQ 51-75 arası hafif gerilik

IQ 76-90 arası sınır zekalılar

IQ 91-110 arası normal zeka

IQ 111-125 arası ileri zeka

IQ 126-140 arası üstün zeka

IQ 140-155 arası çok üstün zeka

IQ 156-ve üzeri deha



"ORGANİZE OLMUŞ MADDE SAFSATASI"




 ‘Organize Olmuş Madde’ Safsatası

Materyalistler, madde dışındaki tüm varlıkları reddettikleri için ruhun varlığını kabul etmemek konusunda son derece ısrarlıdırlar. Bu nedenle insan bilincini, beyni oluşturan maddelere indirgemeye çalışırlar. Bunun için kullandıkları temel varsayım, "organize olmuş madde" kavramıdır. Yani onların iddiasına göre, insana bilinç kazandıran etken, beynin içindeki nöronların arasında çok iyi bağlantılar olmasıdır. Bu nöronlar arasındaki kimyasal ve elektriksel hareketliliğin, "benlik" dediğimiz şuuru oluşturduğunu iddia etmektedirler.

Ancak materyalizmin bu iddiası hiçbir kanıta dayanmamaktadır ve ayrıca mantıksal olarak da kabul edilemezdir. Maddenin, organize oldukça şuur kazandığını iddia etmek oldukça akıldışıdır. Ayrıca, bunu gösteren hiçbir kanıt yoktur. Canlılar dışındaki en iyi "organize olmuş madde"ler, günümüzün bilgisayarlarıdır. Ama bu bilgisayarların hiçbirinde bir "benlik şuuru" yoktur ve bunun sağlanabileceğine dair varsayımların boşuna olduğu da anlaşılmış bulunmaktadır. Bir bilgisayar, çok iyi bir programlama sayesinde çok başarılı işlemler yapabilir, ama bir "bilinç" sahibi olamaz. Bir bilgisayar ne kadar gelişmiş olursa olsun, sonuçta bir "hesap makinesi"dir.

Dahası, sözünü ettiğimiz bilgisayarlar, insan bilinci tarafından tasarlanmış, büyük bir bilgi ve teknoloji sayesinde üretilebilmiş araçlardır. İnsan bilincinin çok çok gerisinde olan bilgisayarların, maddenin kendi kendini rastlantılar sonucunda organize etmesiyle oluştuklarını iddia etmek son derece mantıksız ve akıl dışı iken bilgisayarlardan çok daha üstün ve kompleks olan insan bilincinin rastlantılar sonucunda oluştuğunu iddia etmek çok daha mantıksızdır.

Hiçbir rastlantısal olay, yüzmilyarlarca yıl verilse dahi, düşünme, zevk alma, karar verme, adalet, dürüstlük, merhamet, şefkat, sevgi gibi hislere sahip, heyecanlanmayı, özlemeyi, vefayı bilen bilinci, cansız maddeleri bir araya getirerek oluşturamaz. Hiçbir rastlantısal olay, akledemeyen, düşünemeyen bir varlığa sanat eserleri meydana getirebileceği, en zor matematik problemlerini çözebileceği, uzaya gidecek teknolojiyi üretebileceği, atomları inceleyerek çözebileceği bir bilinci kazandıramaz. Yüz milyarlarca yıl geçse ve bütün imkanlar verilse dahi bir maymun, Rembrandt gibi resim yapıp, Beethoven gibi besteler yapamaz, New York gibi bir şehri inşa edip Einstein gibi fiziğin kanunlarını çözemez.

Beynin İşlevlerini Aşan Bir Olgu

Ruhsal özelliklerin beyinden kaynaklandığına inanan materyalistler, beynin yapısı çözüldükçe giderek daha büyük bir çıkmaza düşmektedirler. Günümüzde beyinde bütün duyulara ait merkezler tespit edilebilmektedir. Bir kası çalıştırmak için hangi bölgenin kullanıldığı, beyindeki elektriksel ve kimyasal faaliyetler gözlemlenerek saptanmaktadır. Hatta bu bölgelere yapılan müdahalelerle çeşitli tedaviler yapılabilmektedir. Yani bilim adamları neredeyse beynin bütün organik işlevlerini, bunların hangi mekanizmalarla çalıştığını tespit etmişlerdir. Ancak, insanın ayırt edici özelliği olan bilince ve ona bağlı özelliklere ait bir bölge beyinde yoktur.

Bu nedenle, ruhu beynin bir fonksiyonu olarak kabul eden (yani ruhu maddeye "indirgemeye" çalışan) materyalist anlayış, insanın sırlarını çözdüğünü zannederken gerçekte büyük bir sırla karşı karşıya kalmıştır.

Beyin araştırmalarındaki gelişmeler, bazı materyalistleri de bilincin yapısı hakkında yeni yorumlar yapmaya itmiştir. Bunlardan biri Bristol Üniversitesi profesörlerinden Nöropsikolog ve Beyin Araştırmaları Bölüm Başkanı Richard L. Gregory'dir. Gregory bilinç konusunu açıklarken şunları söyler:

"Bilinç, zihnimizin en bildik ama en gizemli unsurudur. Bir yandan her birimiz için deneyim yaşayan, algıları ve duyumları idrak eden, acı çeken, fikir üreten ve bilinçli olarak plan yapan daha kesin bir şey var mıdır? Diğer yandan dünyada bilinç ne anlama gelebilir? Maddi bir dünyada maddi vücutlar böyle bir şeye nasıl sahip olabilirler? Bilim, görünüşte gizemli olan birçok şeyin sırrını ortaya çıkardı. Manyetizma, fotosentez, sindirim, hatta üreme gibi. Oysa bilinç bunlara kesinlikle benzemiyor."

Materyalist önkabullerle yola çıkan bazı bilim adamları ise, deliller karşısında önyargılarını terk etmeye karar vermişlerdir. Bunlardan biri, beyin konusundaki araştırmaları ile tanınan Beyin Cerrahı Wilder Penfield'dır. Penfield, yıllarca süren çalışmalardan sonra ruhun varlığının inkar edilemeyecek bir gerçek olduğu sonucuna varmıştır:

"… Aklı sadece beyin fonksiyonu olarak yıllarca açıklamaya çalıştıktan sonra, bir kişinin, varlığımızın iki önemli unsurdan meydana geldiğini savunan hipotezi benimsemesinin daha mantıklı olduğu sonucuna vardım... Aklı, beynin içindeki sinirsel işlemler bazında açıklamanın imkansız olacağı kesin olarak gözüktüğü için, varlığımızın iki önemli unsur (madde ve ruh) açısından açıklanması gerektiği savını seçmek zorunda kalıyorum."

Tuğladaki Atomlar, Beynimizdeki Atomlar

Bilinç konusunda çağımızın en önde gelen otoritelerinden biri, Oxford Üniversitesi'nin Nobel ödüllü bilim adamı Roger Penrose'dur. Ünlü fizikçi Stephen Hawking'in de yakın çalışma arkadaşı olan Penrose, astronomi konusundaki uzun çalışmalarının ardından beynin yapısını ve bilinç konusunu araştırmaya başlamıştır. Penrose'un The Emperor's New Mind (İmparatorun Yeni Zihni) adlı kitabı, bu konudaki en önemli eserlerden biridir.

Roger Penrose, bu kitapta, materyalistlerin "bilinç üreten beyin" teorilerine karşı şunları yazar:

"Bazı nörofizyologlar da, özellikle beyindeki ağsı yapının bilincin 'yerini' -gerçekten böyle bir yer varsa- oluşturduğu görüşündeler. Ne de olsa ağsı yapı beynin genel uyanıklık durumundan sorumludur... Bilinçli olmak için ihtiyacımız olan sadece aktif bir ağsı yapı sistemi ise, kurbağalar, kertenkeleler ve morina balıkları bile bilinçli demektir!"

İnsanı bilinçli bir varlık kılan elbette bilinçsiz atomların yan yana dizilmeleri değildir. Düşünen, karar veren, konuşan, konuşulanları anlayan varlığın beynimizi ve vücudumuzu meydana getiren cansız atomlar olmadığı apaçıktır. Bilinç ve ona bağlı davranışların sadece maddenin bir işlevi olduğunu düşünenlere karşı Penrose şunları söylemektedir:

"Belirli bir kimseye onun insan kimliğini veren nedir? Bir dereceye kadar vücudunu meydana getiren atomlar mıdır? İnsan kimliği atomları meydana getiren elektron, proton ve diğer partiküllerin özgün seçimine mi bağlıdır? Bunun böyle olmadığını gösteren en azından iki neden vardır:

Birincisi, yaşayan herkesin bedenini meydana getiren materyalde aralıksız bir değişim vardır. Bu, her ne kadar doğumdan sonra yeni beyin hücreleri meydana gelmese de, bir kimsenin özellikle beyin hücreleri için de geçerlidir. Doğumdan beri her bir hücrenin ve vücudumuzu meydana getiren maddelerin hemen tamamı defalarca değiştirilmiştir.

İkinci neden, kuantum fiziğinden gelir... Eğer bir kimsenin beynindeki bir elektron, bir tuğladaki diğer bir elektronla değiştirilse idi, sistemin durumu bir önceki ile tamamen aynı olurdu, adeta ayırt edilemezdi. Aynı şey protonlar ve diğer bütün parçacıklar için de geçerlidir. Eğer bir kimsenin bedenindeki tüm madde bu evin tuğlalarındaki uygun parçacıklar ile değiştirilse idi, tam anlamı ile hiçbir şey fark etmezdi."

Penrose bir insanın bütün atomlarını tuğlanın atomları ile değiştirsek bile insanı bilinçli yapan özelliklerin tamamen aynı kalacağını açıkça ifade etmektedir. Ya da tam tersini düşünebiliriz. Eğer beynin atomlarının parçacıklarını tuğlanınkilerle değiştirirsek bu da elbette tuğlayı bilinçli yapmaz. Tuğla yine tuğla olarak kalır. İnsanı insan yapan özelliklerin maddenin bir özelliği olmadığı, onun dışında bir varlık olduğu çok açıktır.

Bilinç Mucizesi

Beyin algılarla bağlantılı olarak çalışan ve belirli merkezlerde bu algıları toplayarak bunları birleştiren bir organdır. Ancak beyinle ilgili bütün bilgilerin toplamı dahi, bilim adamlarına bilinç hakkında aradıkları cevabı vermemektedir. Örnek olarak, görme işleminin nasıl gerçekleştiğini ele alalım. Bir cisimden örneğin bir çiçekten gelen uyarılar gözümüze ulaşır. Göz, bir kamera gibi bu görüntüyü yakalar ve beyindeki sinirlere iletir. Sinirler boyunca yol alan çiçek görüntüsüne ait bilgiler, beynin görme merkezine ulaşır ve bu bölgede çiçek görüntüsü meydana gelir. Buraya kadar olan süreçte beynin mekanik işlemleri söz konusudur. Ancak beynin görme merkezinde duran çiçek görüntüsünü gören, onun bir çiçek olduğunu anlayan, hafızasındaki diğer çiçeklerle kıyaslayan, çiçekten aldığı kokularla anıları canlanan varlık, beynin bizim anlayabildiğimiz maddi yapısının dışındadır. Beynin içinde oluşan görüntüyü bir göze ihtiyaç duymadan gören, bu görüntünün kokusunu bir burna ihtiyaç duymadan koklayan bir varlık vardır. Bilim adamlarını hayrete düşüren mucizevi nokta budur.

Beynin sinirlerden, atomlardan oluşan maddesel yapısı, insanın hizmetine verilmiş üstün bir makinedir. Ancak insanın ruhuna ait olan ve insanı insan yapan özellikler beynin bu maddesel yapısının dışındadır. Beyin, bu özelliklerin ortaya çıkışında sadece bir aracı görevi görmektedir. Yani ruhun kendi dışındaki dünyayla bağlantısı, beyinde odaklanan algı merkezleri sayesinde gerçekleşmektedir.

Bilinç çalışmalarının önde gelen bilim adamı Eccles’ın bu konudaki yorumu şöyledir:

"Materyalist çözümler bizim tecrübe ettiğimiz eşsizlik karşısında çaresiz kaldıkları için, Benlik veya Ruh eşsizliğine doğaüstü, ruhsal bir yaratılış özelliği vermek zorunda kalıyorum. Teolojik terimlerle açıklamak gerekirse: her bir Ruh, döllenme ve doğum arasında gelişen fetüse ekilmiş yeni bir İlahi yaratılıştır."

Bilinç, bir anda ortaya çıkmış, sadece insana özgü üstün bir özelliktir. Allah, bu özelliği insana akletmesi için vermiştir. İnsanın yapması gereken ise; alemleri yoktan vareden Yüce Allah’ı gerektiği gibi tanıyıp takdir etmek ve kendisine verilen sayısız nimete, her an şükretmektir.



RUHTAKİ BİLİNÇ VE SIRLAR

 Bilinç ve Sırları

İnsanı diğer tüm canlı ve cansız varlıklardan ayırt eden bilinç sahibi oluşudur. Peki bilincimizin kaynağı nedir? Eğer cevabınız "beyin" ise yanılıyorsunuz demektir. Çünkü beynimiz de aynı bir sandalye veya bir bardak gibi atomların yanyana gelmesiyle oluşmuş bir madde yığınıdır.Sandalyenin atomları düşünemediğine göre, beyninizdeki atomlar dadüşünemez. Bu da gösterir ki bilinciniz farklı bir kaynaktan gelmektedir. Bu kaynak, ruhtur.

Acaba neden bilinçlisiniz, bunu hiç düşündünüz mü?

Çevrenize baktığınızda, bilincin sıradan bir şey olmadığını kolaylıkla anlayabilirsiniz. Oturduğunuz odadaki eşyalara bakın. Bir sandalyeyi düşünün, örneğin. Bu sandalyenin bir bilinci yoktur. Kendi varlığının farkında değildir. Düşünmez, görmez, hissetmez. Sandalyeyi meydana getiren parçalarda, örneğin tahtada, çivilerde, tutkalda, kumaşta, süngerde de bir bilinç yoktur. Bunları daha detaylı incelerseniz, hepsinin belli moleküllerden, bu moleküllerin de atomlardan oluştuğunu görürsünüz. Elbette bu atomların da bir bilinci yoktur. Belli bir düzen içinde biraraya getirilmiş, cansız, akılsız birer madde-enerji karışımıdırlar.

Etrafımızdaki hangi maddeyi incelersek inceleyelim, bilinçsiz olduğunu görürüz. Hangi elementlerden meydana gelmiş olursa olsun, hangi formda (sıvı, katı veya gaz halinde) bulunursa bulunsun madde bilinçsizdir. Bir sandalye, bir taş, bir bardak su; hiçbirinde bilinç yoktur.

Peki sizin bilinciniz nereden gelmektedir?

Eğer bu soruya "beynimden" diye cevap verecek olursanız, bu yüzeysel bir cevap olur. Çünkü beyin de, detayına inildiğinde, bir sandalye, bir taş veya bir bardak su gibi atomların yanyana gelmesiyle oluşmuş bir madde yığınıdır. Bir tahta sandalyede nasıl atomlar belli bir düzen içinde bir araya getirilmişlerse, sizin beyninizdeki atomlar da belli bir düzen içinde bir araya getirilmişlerdir ve aralarında çeşitli bağlar kurularak birleştirilmişlerdir. Sandalyenin atomları düşünemediği gibi, beyninizdeki atomlar da düşünemezler.

Bu da gösterir ki, bilinciniz, beyninizdeki atomlardan, moleküllerden, hücrelerden daha farklı bir kaynaktan gelmektedir. Bu kaynak, ruhtur.


GERÇEK MUTLAK VARLIK ALLAH'TIR



Günümüzde bilimsel gelişmeler göstermektedir ki maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap olduğumuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizdeki kopyaları ile muhatap olur. Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek madde zannederek yanılırız. Elinizdeki dergi, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler gerçekte beyninizin içinde görülmektedir. Peki bu görüntüleri beyninizin içinde gören kimdir?

Beyninizin içinde, bir göze ihtiyaç duymadan bu derginin görüntüsünü gören, gördüklerini anlayan, okuduklarından etkilenen, bunlar üzerinde düşünen kimdir? Beyne ulaşan elektrik sinyallerini bir kulağa ihtiyaç duymadan, bir dostunun sesi veya en sevdiği şarkı olarak dinleyen, dinlediklerinden zevk alan kimdir? Bu algıladıkları ile düşünen, sevinen, üzülen, heyecanlanan varlık, protein ve yağlardan oluşan beynin kendisi olabilir mi?

Bu sorular üzerinde düşünen bir insan şuurlu olarak gören, işiten ve hisseden varlığın madde ötesinde bir varlık olduğunu hemen görecektir. İşte bu varlık "ruh"tur. "Maddesel dünya" dediğimiz algılar bütünü, işte bu ruh tarafından seyredilen bir hayaldir. Ve biz bu hayalin, beynimiz dışında maddesel bir karşılığı var mı asla bilemeyiz. Çünkü duyularımız aracılığı ile hiçbir zaman beynimizin dışındaki dünyaya ulaşamayız. Nasıl rüyalarımızda maddesel karşılığı olmayan olay ve nesneleri gerçekmiş gibi görüyorsak, bu dünya hayatına ait görüntüleri de maddesel karşılıkları olmadan, beynimizde oluşan görüntüler olarak görüyor olabiliriz.

Sonuç olarak bizim madde olarak algıladığımız herşey, ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir. Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını -ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar- değil, birer "ruh"tur. Tüm bu gerçekler, bizi çok önemli bir soruyla daha karşı karşıya getirir: Madem maddesel dünya olarak tanıdığımız şey gerçekte ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir, o halde bu algıların kaynağı nedir?...

Bu soruya cevap verirken dikkat edilmesi gereken gerçek şudur; maddenin kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur. Madde bir algı olduğuna göre, "yapay" bir şeydir. Bu algının bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak yaratılması gerekir. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam etmesi gibidir. Peki bizim ruhumuza yıldızları, dünyayı, bitkileri, insanları, bedenimizi ve gördüğümüz diğer herşeyi sürekli olarak seyrettiren kimdir? Çok açıktır ki, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir Yaratıcı vardır. Bu Yaratıcı sonsuz bir güç ve bilgi sahibidir. O Yaratıcı Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. 


"SANA RUHTAN SORARLAR..."



 "Sana Ruh'tan sorarlar; De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir." (İsra Suresi, 85)

Madde dışında hiçbir varlığın mevcudiyetini kabul etmeyen materyalist felsefenin hiçbir açıklama getiremediği konulardan biri insan ruhudur. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak düşünen, anlayan, idrak eden, sevinen, heyecanlanan, karar veren, muhakeme ve yargı yeteneği olan, estetik zevkine sahip, tasarım yapabilen bir varlıktır.

Madde dışında hiçbir varlığın mevcudiyetini kabul etmeyen materyalist felsefenin hiçbir açıklama getiremediği konulardan biri insan ruhudur. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak düşünen, anlayan, idrak eden, sevinen, heyecanlanan, karar veren, muhakeme ve yargı yeteneği olan, estetik zevkine sahip, tasarım yapabilen bir varlıktır. Ancak insanı atom yığını olarak gören materyalistler, bu özelliklerin kaynağının ne olduğunu hiçbir zaman açıklayamazlar. Çünkü düşünen, akleden ve kavrama yeteneğine sahip olan varlığın, şuursuz ve cansız atomlar olamayacağı açıktır. İnsana tüm bu özelliklerini kazandıran, onu diğer canlılardan farklı kılan, Allah'ın ona Kendisinden üflediği Ruh'tur.

NASIL GÖRÜYORUZ?

Yaşadığımız dünya ile ilgili tüm bilgilerimiz bize beş duyumuz aracılığı ile ulaşır. Gözümüzün gördüğü, elimizin dokunduğu, burnumuzun kokladığı, dilimizin tattığı, kulağımızın duyduğu bir dünyayı tanırız. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için "dış dünya"nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir. Görme çok aşamalı bir biçimde gerçekleşir.

Görme sırasında, herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte beynin arkasındaki küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir bölgede yaşanır. Şimdi genelde herkesçe bilinen bu bilgi üzerinde bir kez daha dikkatlice düşünelim:

Biz, "görüyorum" derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu "etkiyi" görürüz. Yani "görüyorum" derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz. Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm3'lük görme merkezinde oluşur. Okuduğunuz bu satırlar da, ufka baktığınızda gördüğünüz uçsuz bucaksız manzara da, bu küçücük yerde meydana gelmektedir. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha vardır. 

Kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir.



12 Kasım 2014 Çarşamba

YERYÜZÜNÜN EN DÜRÜST İNSANLARI NEDEN MÜMİNLERDİR?



 Yeryüzünün En Dürüst İnsanları Neden Müminlerdir?


Rabbimiz’in yoluna tabi olmuş dürüst bir insanı, hangi özellikleriyle teşhis edebiliriz? Mutlak dürüstlük niçin sadece müminlere özgü bir özelliktir?

Dürüstlük, insanın içiyle dışının bir olması, bildiğinden, inandığından ve olduğundan başka türlü görünmeye çalışmaması, kalbinde hissettiklerini karşısındaki insana olduğu gibi yansıtması, alabildiğine doğru ve açık olmasıdır. Bu, Yüce Allah’ın “Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir." (Hud Suresi, 112) ayetiyle Peygamber Efendimiz (sav)’e ve müminlere, emrettiği bir ahlak özelliğidir. Dolayısıyla niyette, düşüncede, sözde, davranışta dürüst olmak, Kuran ahlakının ve mümin olmanın bir gereğidir. Peygamber Efendimiz (sav) de bir hadisi şerifinde, "Kul şaka da olsa yalan söylemeyi, doğru da olsa münakaşa etmeyi bırakmadıkça iyi bir mümin olamaz." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, 15. cilt, s. 209) buyurarak kamil iman sahibi bir mümin olmanın koşullarından birinin de dürüstlük olduğunu bildirmişlerdir.

Mümini Dürüstlüğe Yönelten En Belirgin Özellikleri

Allah Korkusu Çok Fazladır

Müminler katıksızca ve gönülden Allah'a iman eden, O'na içten bağlanan insanlardır. Takvası yani Allah korkusu çok yüksek olan bir mümin, yaşamı boyunca her şeyi Allah'ın rızasını elde etmek için yapar ve karşılığını da yalnızca Allah'tan bekler. İnsanların düşüncelerine göre hareketlerini yönlendirmek, insanların gözüne girmeye çalışmak gibi samimiyetsiz hesapları yoktur. Bu yüzden her tavrı samimi, içten ve Allah'ın hoşnut olacağı şekildedir. Dürüst bir karakter yapısına sahip olan mümin, Rabbimizin her şeyi görüp duyduğunu, tüm yaptıklarıyla hesap vereceğini ve tüm düşüncelerinden, her konuşmasından, her davranışından sorumlu olacağını bilir. İşte bu yüzden, derin imanının en önemli göstergesi olarak öncelikle Allah'a, ardından da insanlara karşı dürüst ve samimidir. Yüce Allah Kuran’da bu kişileri övmüş ve onların hayırlı bir sonuçla karşılaşacaklarını müjdelemiştir:

“... Allah'a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde ver. Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.” (Zümer Suresi, 17-18)

Kendisi ve Yakınları Aleyhine Bile Olsa Her Ortam ve Koşulda Daima Doğruyu Söyler

Mümin, bir hata yaptığı zaman bundan dolayı kınanacağını bildiği halde, Allah'a olan bağlılığı ve Allah'tan korkup sakınması için daima doğruyu söyler. Çünkü gizlediği gerçeklerden Yüce Allah’ın haberdar olduğunu, kıyamet günü doğruların tüm açıklığı ile ortaya çıkacağını bilir. Bu nedenle kimi zaman bazı zorlukları göze almak durumunda kalsa bile daima doğruyu söyler. Çünkü Yüce Allah müminin kendisi ve yakınları aleyhinde dahi olsa doğruları söylemesini emretmektedir:

“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Nisa Suresi, 135)

Sadece Ahireti Düşünür

Mümini dürüst olmaya yönlendiren en önemli gerçek, ölümünden sonraki sonsuz hayatını, cenneti ve cehennemi düşünmesidir. Bazı insanlar için yalan söyleyip içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmak, o an için en kolay ve en fayda getirecek çözüm olarak görünebilir. Ancak bir insan dünya hayatında ne kadar güç bir durumda kalırsa kalsın, bu, dürüst davranmadığı için ahirette yaşayacağı azap ile karşılaştırılamaz. Bu nedenle akıl ve vicdan sahibi bir mümin, böyle bir durumla karşılaştığında hemen ahirette alabileceği kötü karşılığı düşünerek dürüst davranır. Bir anlık bir rahatlık veya çıkar için hem dünyada hem de ahirette küçük düşmekten ve azap içinde yaşamaktan şiddetle sakınır. 

Fiziksel Görünümü ve Konuşması İkna Edicidir

Müminin yüzünden, bakışları ve sesinden kullandığı kelimelerden ve genel üslubundan dürüst ve samimi olduğu hemen fark edilir. Çünkü konuşması, sesi, oturuşu, tavırları rahat ve doğaldır. Sesi gür ve yapmacıklıktan uzaktır. Bakışları keskin, canlı ve güven vericidir. Hareketleri sakin, huzurlu, kimseden çekinmeyen, ruhu dingin bir insan olduğunu gösterecek şekilde rahattır. Yüce Allah bir Kuran ayetinde müminlerin bu özellikleri sebebiyle hemen tanınacaklarını şöyle haber vermiştir:

Onları, rüku edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir...” (Fetih Suresi, 29)

Dürüstlük Güzel, Güvenilir, Huzur Dolu Bir Hayat Getirir

Dürüstlük müminlere özel bir karakterdir. Müminler Allah'ın kendilerini her an izlediğini ve işittiğini bilirler. Bu nedenle yaptıkları hataları gizlemez, yalan söylemez, her ortam ve durumda daima Kuran ahlakına uygun hareket eder ve gerçekleri dile getirirler. Müminlerin bu samimi ve tevazulu tavırları çevrelerindeki insanların müminlere karşı sevgi ve güven duymalarını sağlar. Çünkü samimi, gizlisi saklısı olmayan, esrarengiz olmayan açık bir insan çok güvenilirdir ve o kişinin yanında herkes rahat eder. Böyle insanların bir arada bulundukları bir toplum ise, çok büyük bir nimet ve güzelliktir. Müminler yaşadıkları ortamı güzel, güvenilir ve huzur dolu bir hale getirirler. Bu dürüst insanların ahirette alacakları karşılık da müjde doludur. Bu müjde bir ayette şöyle bildirilmiştir:

“Allah dedi ki: "Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur."” (Maide Suresi, 119)

Peygamber Efendimiz (sav)’in Dilinden Dürüstlüğün Önemi

Peygamber Efendimiz (sav)

de insanların doğruluktan ayrılmamaları ve yalandan sakınmaları gerektiğini şu hikmetli sözleriyle insanlara tavsiye etmektedir: 

“Siz doğruluğa devam ediniz, çünkü doğruluk muhakkak sahibini hayırlara eriştirir. İyilikler de cennete hidayet eder, götürür. Doğruluğa devam ettikçe ve doğruyu aradıkça Allah Teala'nın indinde sıddik (dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberi (sav)’e çok sâdık olan) olarak yazılır. Yalandan sakınınız, muhakkak yalan insanı fücura götürür, fücur ise ateşe yani cehenneme götürür, kul yalana devam ettikçe ve yalanı aradıkça indi İlahi'de yalancı yazılır.” (Mehmed Zahid Kotku, Hadislerle Nasihatlar, Cilt 1, s.279; Buhari ve Müslim'den)



ALLAH SEVGİSİ İNSANA BÜYÜK BİR MANEVİ GÜÇ VERİR




 Allah Sevgisi İnsana Büyük Bir Manevi Güç Verir

İman edenler Allah’ın rızasını kazanmak için Allah’a derin bir sevgi ve yakınlık duyar, O’nu kendilerine yakın bir dost ve veli edinirler. Yüce Allah’a büyük bir vefa ve sadakat ile bağlanırlar. Amaçları, çabaları ve duaları yalnızca Allah’ın rızasını kazanmaya yöneliktir. İşte Yüce Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmaya yönelik bu çaba, Allah’ın izniyle müminlere, inkarcıların asla sahip olamayacağı, manevi bir güç verir.

Peygamberler Allah’a bağlılıklarıyla, derin Allah korkuları ve Yüce Allah’a olan güçlü sevgileriyle bütün Müslümanlara örnek olmuşlardır. Rabbimiz Allah’ın kendilerine verdiği tebliğ görevini hakkıyla yerine getirmiş, insanları kötülükten men etmiş, iyiliği emrederek onları güzel ahlaka davet etmişlerdir. Peygamberleri üstün kılan çok sayıdaki özellikten biri de, inkarcılar tarafından kendilerine yöneltilen baskı ve şiddet karşısında gösterdikleri güçlü, mütevekkil ve kararlı yapıdır. Peygamberleri kendilerine örnek alan Müslümanlar da yaşadıkları toplum içinde akılcı düşünce ve davranışları, güçlü kişilikleri ve samimi üslupları, asil görünümleriyle dikkat çekerler. Peygamberler gibi, onlar da hiçbir olay karşısında korku ve üzüntüye kapılmaz, her olayı hayırla değerlendirir ve etraflarındaki insanları durmaksızın iyiliğe davet ederler. Allah’ı çok anar, karşılaştıkları her olayı tek dostları olan Allah’ın yarattığını bilir, şeytanın boş vaatlerini Allah’ın izniyle tereddüt dahi etmeden aşar, dünyanın geçici heveslerine tamah etmezler. 

İman edenlerin bu üstün özellikleri de onlara manevi bir güç kazandırır. 
İman edenlerin sahip oldukları manevi gücün bir sonucu olarak; müminlerin dünyanın aldatıcı süsüne meyletmemeleri, hiçbir olayda paniğe, üzüntüye kapılmamaları, korkmamaları ve her zaman itidallerini korumaları, Kuran ahlakını bilmeyen ve yaşamayan insanlar tarafından hayretle karşılanabilir. Özellikle de, din ahlakını yaşamamaları ve Allah’ın bildirdiği din ahlakını tebliğ etmemeleri için iman etmeyenlerin baskı ve şiddetine maruz kalmalarına, dahası onlar tarafından sürgün, hapis ve hatta ölümle tehdit edilmelerine rağmen, salih müminlerin yine de son derece rahat, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamaları iman etmeyenlerin asla kavrayamadıkları bir durumdur. 

Yüce Allah’a Olan Teslimiyet Müminlerin Gücünü Arttırır

Kuran’da hayatları örnek gösterilerek övülen Resuller ve onlarla birlikte iman eden müminler son derece zorlu olaylarla, zahiren son derece “kötü” durumlarla karşılaşmışlardır. Ancak bu üstün ahlaklı müminler, yaşadıkları tüm olaylara karşı son derece güven ve teslimiyet içinde davranmışlar, her olayı yaratanın Yüce Allah olduğunu, dolayısıyla her olayın arkasında bir hayır olduğunu bilerek hareket etmişlerdir. Yüce Allah’ın kendilerini yardımsız bırakmayacağından, kendilerine kaldıramayacakları bir zorluk yüklemeyeceğinden emin olan ve çektikleri sıkıntıların karşılığını da ahirette almayı umut eden müminler, “… De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O’na tevekkül etsinler.”” (Zümer Suresi, 38) ayetinde haber verildiği üzere her ortam ve şartta, Yüce Allah’a teslim olmuşlardır. Bu da onları Allah’ın izniyle tüm olaylar karşısında güçlü kılmıştır.

Ancak Allah’a teslim olmak, bazı kişilerce zannedildiği gibi kişinin kendisini olayların dışında tutması demek değildir. Aksine, mümin Kuran ahlakına göre her türlü sorumluluğu üzerine alır. Kendi yaptığı fiilleri de gerçekte Allah’ın yaptırdığını, kendi varlığının kontrolünün de Yüce Allah’ın elinde olduğunu bilir ve Rabbimiz’i vekil edinerek her işi başarıyla sonlandırır. Teslimiyetli bir mümin, Allah’ın kendisini yardımsız bırakmayacağından, ona kaldıramayacağı bir zorluk yüklemeyeceğinden ve yaşadıklarının karşılığını da ahirette ona vereceğinden emindir. Bu durumda ortaya Yüce Rabbimiz Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmayan dünyanın en güçlü insanı çıkar. Allah sevgisinin ve tevekkülün getirdiği imani olgunluğu yaşayan müminlerin, Allah’ın izniyle sahip oldukları güç, Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

“Derler ki, “Andolsun, Medine’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır.” Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah’ın, O’nun Resûlü’nün ve mü’minlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar.” (Münafikun Suresi, 8)


Müslümanlar İman Etmeyenlerin Baskı ve Tehditlerine Rağmen Çok Huzurlu Bir Yaşam Sürerler

Güzel ahlakı savunuyor ve insanlara tavsiye ediyor olmalarından dolayı toplumun bazı kesimleri tarafından şiddetli baskıya maruz kalan Müslümanların, karşılaştıkları her türlü zorluğa rağmen ibadetlerini ve güzel ahlakı eksiksiz uygulamaya devam etmeleri Allah’a olan bağlılıklarının açık bir göstergesidir. Hiç kuşku yoktur ki bunlar taklidi mümkün olan davranışlar değildir. Bu, yalnızca samimi olarak Allah’tan korkan müminlere has bir tutumdur. 

Rabbimiz’in yarattığı her olayı güzel gören Müslümanların neşelerinin sebebini merak eden, ama hiçbir şekilde anlayamayan inkarcılar, hayatları boyunca bu neşe ve huzurun küçük bir benzerini dahi yaşayamazlar. Ne kadar çok mutluluğun peşinden koşsalar da, Kuran ahlakına göre yaşamamaları sebebiyle gerçek mutluluğu bir türlü bulamazlar. İman edenler ise doğal bir sevinç ve mutluluk duyar, Allah’ın kendilerine olan cennet vaadiyle ümitlenip sevinir, Allah’ın kendilerine verdiği iman ile neşelenirler. Yüce Allah’ın ayetlerini görebiliyor olmaktan, peygamberlerle ve bütün takva sahibi müminlerle ahirette kardeş olma ümidini taşımaktan, Allah’ın koruması altında olmaktan ve daha pek çok sebepten dolayı her an büyük bir neşe içindedirler. İman, Allah’ın bahşettiği benzersiz bir nimettir. Kendisine iman verilen kişi ise, Allah’tan çok büyük bir lütfa erişmiştir. 

Müslümanların Üzerindeki Manevi Güç, İnkar Edenleri Korkuya Sevk Eder 

Yüce Allah Müslümanların karşılaştıkları zorluklar ve inkarcılar tarafından kendilerine yöneltilen tehditler karşısında ümitsizliğe ve yılgınlığa kapılmamalarını ayetlerinde şöyle bildirmektedir:

“Onlar, kendilerine insanlar: “Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun” dedikleri halde imanları artanlar ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir.” (Al-i İmran Suresi, 173)

Müslümanların başlarına ne gelirse gelsin Allah’a bağlı kalmaları, güçlü, kendinden emin, kararlı ve aynı zamanda huzurlu hallerini devam ettirmeleri inkar edenleri şaşırttığı gibi, aynı zamanda onları korkuya da sevk eder. Nitekim bu, onların hiç alışık olmadıkları bir davranış biçimidir. Onlar en ufak bir zorlukta ümitsizliğe kapılabilen, küçük bir olumsuzlukta hemen moralleri bozulabilen insanlardır.

Müminlerin üzerindeki bu manevi gücün kaynağının iman olduğunu anlayamaz, gördükleri bu kararlılık karşısında korkuya kapılırlar. Allah ayetlerinde, inkarcıların, müminlerin güçlü imanları ve kişilikleri karşısında duydukları korkuyu şöyle bildirmektedir:

“Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler. Arslandan korkup-kaçmışlar.” (Müddessir Suresi, 50-51)

Müminlerin Manevi Güç Kazanmasında Etkili Olan İmani Gerçekler

Müminler, Allah’ın rızasını kazanmayı yaşamlarının asıl amacı edinerek, tüm güçleriyle bu uğurda çaba harcayan kimselerdir. Müminlerin manevi güç kazanmalarında ise Kuran ahlakının gereklerini çok iyi bilmeleri ve bunlara çok samimi iman etmiş olmaları etkilidir. Bu imani gerçeklerden bazıları şunlardır:

Müminler;

Allah’ın sonsuz akıl sahibi olduğunun,

Allah’ın sonsuz adaletli olduğunun,


Yeryüzünde meydana gelen büyük küçük her olayı Allah’ın yarattığının,


Allah’ın sonsuz merhametli, şefkatli ve bağışlayan olduğunun,


Allah’ın tüm dualara en güzel şekilde karşılık vereceğinin,


Allah’ın zorluk ve sıkıntı içinde olan kullarına İlahi yardımını ulaştıracağının,


Dolayısıyla sonsuz akıl, adalet, merhamet, sevgi ve yardım sahibi olan Rabbimiz’e teslim olup güvenmenin büyük bir kolaylık olduğunun,


Allah’ın kaderi kusursuz olarak yarattığının ve binlerce kez dünyaya gelecek olsalar, yine hiç değişmeden aynı kaderi yaşayacaklarının ve kaderin de müminler için en mükemmel şekilde yaratıldığının,


Allah’ın her olayı inananlar için pek çok hayır ve hikmetle yarattığının,


Hayrın ve şerrin yalnızca Allah’tan olduğunun; insanların kendilerinden yana ne bir zararı engellemeye ne de yarar sağlamaya güç yetiremeyeceklerinin bilincindedirler.


Unutulmamalıdır ki “...(O zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: “Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Suresi, 249) ayetiyle haber verildiği gibi kalplerindeki bu iman ve Allah sevgisi ile az sayıda bile olsalar, çok büyük topluluklara galip gelecek bir şevk ve irade kazanmış olurlar.

Sayın Adnan Oktar’ın Ekin TV’deki Canlı Röportajından… (16 ŞUBAT 2009)

Müminin Dünya Hayatında Yaşadığı Zorluklar, Allah Aşkını İfade Etme İmkanıdır


ADNAN OKTAR: Allah yolunda mücadele eden, peygamberlerin geçtiği yollardan geçer. Her mümin peygamberlerin geçtiği safhalardan geçer. Hz. Yusuf hapse girdiyse mümin de girer, Hz. Musa gözetlenip takip edildiyse gizlendiyse, mümin de gizlenir, takip edilir. Hz. Eyüp’e dertler ve belalar geldiyse ve ona sabrettiyse, mümine de dertler ve belalar gelir. Hz. İbrahim’i putlara karşı geldiği için yakmaya kalkanlar Allah yolunda mücadele edeni de yakmaya kalkabilirler. Bu, müminin Allah’a olan sevgisinin ifadesinde çok önemli bir imkandır. Aşığın ifadesidir bu. Allah’a karşı sevgi ifadesidir. Çile olacak ki, zorluk olacak ki, Allah sevgisi vurgulansın. Yoksa oturduğu yerde, keyif içerisinde Allah sevgisi vurgulanmaz. Onun için böyle şeyleri müminler Allah’tan bir rahmet olarak görürler. Yağmur gibi müminlere takvasına göre, derinliğine göre, Allah’a yakınlığına göre, bela yağar. Onlar belayı rahmet olarak, nimet olarak görürler. Onların nurunu artırır, şevkini artırır, heyecanını artırır, onlara sağlık sıhhat verir belalar, çile mümini güzelleştirir. Hz. Yusuf dünya güzeli olmuştu çileyle. Allah çileyi vesile etti ona. Dünya güzeli olmuştu. Kadınların, bakanların nefesi kesilmişti. Çile insanları yıpratır diye bilinir. Halbuki Allah yolunda çekilen çileler insana sağlık sıhhat verir, belayı def eder. Daha neşeli, daha sıhhatli, daha güzel, daha uzun ömürlü olmasını sağlar. Refah ve ferahlık insana hastalıklar verir, belalar verir, çirkinleştirir, kötü yapar. Allah yolunda mücadele etmemek, Allah’ın gösterttiği yollarda yürümemek, çileden kaçınmaksa daima belayı celb etmiştir (kendine çekmiştir). Öyle insanlar da hep böyle çö-ker, perişan olur, hastalıklarla boğuşur, belalarla boğuşur. Allah rahatlık, huzur vermez öyle insana. Yani kalplerinde, içlerinde sürekli bir azap ve sıkıntı olur. Müminin sıkıntılı ortama girmesi, onun cenneti gibidir. Mesela mümin hapishaneye girdiğinde cennete girmiş gibi olur. Çünkü Allah yolunda onu yaptığı için her günü kat kat sevaba vesile olur. Mesela dışarıda bir sevap alıyorsa, cezaevinde milyon sevap alır bir gün için. Onun için çok makbuldür, müminler öyle şeyi ararlar…



KİTAP-KARANLIK TEHLİKE; BAĞNAZLIK (ADNAN OKTAR/HARUN YAHYA)