21 Ocak 2016 Perşembe

Yaşadığımız her saniye, Allah'ın bize verdiği büyük bir fırsattır


Erteleme alışkanlığı, insanların büyük bir çoğunluğunda görülen yaygın bir hastalıktır. Şeytan insanın yapmak istediği doğru ve güzel faaliyetleri sürekli erteleterek zamanla kişiye bunları yapmayı unutturmaya ve içindeki bu yöndeki isteği kırmaya çalışır. İnsanın, şeytanın bu sinsi taktiğine karşı dikkatli ve uyanık olması gerekir.

İnsanın nefsi ertelemeye eğilimlidir. İnsanların büyük bir çoğunluğu sürekli bir şeyleri erteleme hali içinde olurlar. Allah için yaşamayı, samimi olmayı, Allah’ın istediği gibi bir hayat sürmeyi, Kuran okumayı, namaz kılmayı, dürüst ve özverili olmayı, hata ve eksikliklerini düzeltmeyi, yaptıkları yanlışları telafi etmeyi, içten bir kalple tevbe etmeyi, Allah’a dua etmeyi, Allah’ın sevgisini kazanmak için yaşamayı, samimi dostlar edinmeyi, Allah’ın rızası ve cenneti için çabalamayı, Allah’ın yarattıklarını derin düşünmeyi, ahlaklarını güzelleştirmeyi sürekli ertelerler. Bunları yapmak için belirledikleri zaman ise, “ileride bir gün”dür. Bu ileride bir günün zamanı belli değildir. Ve büyük bir çoğunluk, bu belirsiz zaman gelmeden önce ölüp tüm erteledikleri ile birlikte ahirete giderler. Hayatları boyunca çok şey yapmış gibi görünseler de bu insanlar, Allah’ın rızasını ve sonsuz ahiret yaşamlarını kazanmaları için gerekenleri yapmadan ölürler. “Yaşım biraz daha ilerlesin namaza başlarım”, “Yakında Kuran okumaya başlayacağım”, “ileride bütün yaptıklarımı telafi ederim” “okulum da bitsin hemen namaz kılmaya başlayacağım” “biraz olgunlaşayım derin derin düşünürüm” “eğitimimi tamamlayayım, ihtiyacı olanlara sonra yardım ederim” “iyi bir kariyer yapayım, zulme uğrayan Müslümanları o zaman düşünürüm” diyen birçok kişi, Allah bunları yapabilecek güç ve imkan verdiğinde yapmıyorken, bir anda yapamayacak hale gelebilir. Allah, bu kişinin cananı aniden ve hiç beklemediği bir anda alıp, onu ölüm melekleriyle karşılaştırabilir.

Allah’tan korkan samimi bir Müslümanın, yaşadığı her saniyenin, aldığı her nefesin Allah’tan kendisine verilmiş büyük bir fırsat olduğunun bilinciyle hareket etmesi gerekir. Güzel ve hayırlı işleri erteleyecek zamanının olmadığını, Allah’ın bir sonraki anı dilerse yaratmayacağını bilmesi ve tüm hayatını bu önemli gerçeğe göre yaşaması gerekir.

Her şeyin sahibi, sonsuz güç sahibi olan Rabbimiz Allah, bir sonraki saniyeyi bize bahşederek, çok büyük bir lütufta bulunmaktadır.

Çünkü;

-    Yaşadığımız her an Allah’ı daha çok sevip, Allah’tan daha çok korkabiliriz

-    Yaşadığımız her an Allah’ın rızasını kazanmak için daha çok çaba gösterebiliriz

-    Yaşadığımız her an, Allah’a daha derin dua edebiliriz

-    Yaşadığımız her an Allah’tan daha çok bağışlanma dileyebiliriz

-    Yaşadığımız her an, bir önceki andan daha samimi olabiliriz

-    Yaşadığımız her an,  daha derin imanlı, daha takva bir insan olabiliriz

-    Yaşadığımız her an vicdanımızı daha çok kullanabiliriz

-    Yaşadığımız her an aklımızı ve güzel ahlakımızı daha fazla geliştirebiliriz

-    Yaşadığımız her an Kuran ahlakını anlatmak ve yayılmasını sağlamak için daha çok çaba harcayabiliriz

-    Yaşadığımız her an kişiliğimizi daha olgunlaştırabiliriz

-    Yaşadığımız her an sevgiyi daha derin yaşayabiliriz

-    Yaşadığımız her an daha derin düşünebiliriz

-    Yaşadığımız her an hata ve eksikliklerimizi gidermek için gayret edebiliriz

Unutulmaması gereken çok önemli bir gerçek vardır ki; yaşadığımız her an;  bizi dünyadaki son nefesimize, tüm fırsatların artık son bulduğu o ana, ölüm melekleriyle karşılaşacağımız, canımızın alınıp bizi yaratan sonsuz güç sahibi Yüce Yaratanımız Allah’a kavuşacağımız ve ebedi ahiret hayatımızın başlayacağı ölüm anımıza biraz daha yaklaştırır.



Nefsi eğitmenin yolları -I-


 "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53)

İnsanın dünya hayatındaki imtihanındaki en büyük düşmanlarından biri nefsidir. İnsanın en büyük düşmanının, kendi içinde olması ise çok düşündürücüdür. Dünya hayatının sonuna kadar en çetin mücadeleyi vermesi gereken varlıklardan biri, uzakta bir yerlerde değil, tam olarak "ben" dediği varlığın içindedir; yani "benliğinin bir parçası"dır.

İnsanın ise kendine, dünyadaki maddi manevi herşeyden çok sahip çıkma eğilimi vardır. Herkesten çok kendini düşünmeye, herkesten çok kendini korumaya, kendini sevmeye meyillidir.

Elbetteki bu durum, Yüce Rabbimiz'in çok büyük hayır ve hikmetlerle yarattığı bir imtihan sırrı içermektedir. Allah nefsi, insanın çevresinde gördüğü insanlardan ya da varlıklardan herhangi biri olarak yaratabilirdi. Böyle bir durumda da insanın nefsini, kendisine ait olmayan, yabancı bir varlık olarak görüp, ona çok daha objektif olarak yaklaşması mümkün olabilirdi. Yabancı bir insana nasıl sahip çıkmıyor, nasıl kayıtsız şartsız bu insanın savunuculuğunu üstlenmiyor ve onu kendi gibi kabul etmiyorsa; böyle bir durumda da, nefsini de karşısına alması çok sıradan kolay bir olay olurdu.

Ancak Yüce Rabbimiz nefsi, yalnızca samimi iman edenlerin yenebileceği gibi yaratmıştır. İman edenler, her ne kadar kendilerine ait bir varlık gibi görünse de, nefsin de yaratılmış her şey gibi, yalnızca beyinlerinde oluşan bir algıdan ibaret olduğunu bilirler. Allah insanın beyninde nefs gibi, binlerce varlığa dair bilgi yaratmaktadır. İnsanın bunlar arasından bir tanesini seçip, "iyi de olsa kötü de olsa bu algının her şeyini sahipleneceğim, herşeyini savunacağım" diye karar vermesi, samimi vicdanla ve temiz bir akılla değerlendirildiğinde, son derece mantıksızdır.

Eğer insanın, kendisine gösterilen algılar bütününden bir tanesini seçip sahiplenmesi gerekiyorsa, bu yalnızca "Allah'ın rızası, Kuran ve İslam'ın menfaatleri" olmalıdır.

İşte nefsini sahiplenip onun kendisini kötülüğe sürüklemesinden kurtulmak isteyen bir insanın yapması gereken budur. Kendini aklını yok sayacak; aklının yerine "Kuran ahlakı"nı koyacaktır. Bedenini de sahiplenmekten vaz geçecek; bunun yerine de "Müslümanların bedenini" kendi bedeni gibi kabul edip, onları sahiplenecektir.

Bunun için şöyle düşünülebilir: Bir odada iki kişi olduğunu farz edelim. Allah burada kişinin beyninde iki ayrı insan görüntüsü göstermektedir. Bunlardan başını göremediği görüntü kişinin kendisidir. Diğerini ise herşeyiyle ve tümüyle görmektedir. İnsan, bu iki görüntü içerisinden daima kendisine ait olanı sahiplenir. Bu bedenin nefsini savunma kararı alır. Halbuki bunun yerine, tam olarak gördüğü diğer kişinin nefsini sahiplenmeye karar verse, bu ortamda gelişecek tüm olaylarda, yapılacak tüm konuşmalarda, kişi, nefsinden yana kendisine ulaşabilecek tüm belalardan kurtulmuş olacaktır. Nefsinden gelen kötülükleri sahiplenmeyecek, ondan gelecek telkinlere aldanmayacak, her ne olursa olsun Kuran'dan yana, adaletle ve dürüst kararlar verebilecek, mutlaka Kurani konuşmalar yapabilecektir. Karşı tarafın haktan yana tüm çağrılarına açık olup, bunlardan tam anlamıyla istifade edebilecektir.

Böyle düşünerek nefsini sahiplenmekten kurtulan bir insan, bu belanın getireceği maddi manevi her türlü kötülükten korunmuş olacaktır. Nefsine yönelik bir saldırı olduğunu düşündüğünde Kuran'dan uzak, tevekkülsüz bir telaşa kapılmayacak, bedeni kendini savunma hırsıyla sarsılıp güçsüzleşmeyecektir. Kendisine acımayacak, haktan uzaklaşıp, adaletsiz, samimiyetsiz fikirlere kapılabileceği bir akıl boşluğu oluşmayacaktır. Müslüman olmanın, Kuran ahlakına uymanın, Allah rızası için yaşamanın müminin yüzüne yansıttığı nur yok olmayacak, hem bedeni hem de ruhi bir kirlenme oluşmayacaktır. Allah'ın izniyle bu bilinçle hareket eden bir mümin, hem bedenen çok güçlü olacak hem de Kuran ahlakını kusursuzca yaşayabilecek bir vicdan açıklığı içerisinde olacaktır.


Nefsi eğitmenin yolları -2 -


"(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir." (Yusuf Suresi, 53)

Allah Kuran'da nefsin, Allah'ın dilemesi dışında insanı mutlaka kötülüğe çağırdığını bildirmiştir. Kuran'da verilen bu bilgi insanın dünya ve ahiret kurtuluşu için son derece önemlidir. Allah, çok önemli bir sırrı insana haber vermektedir. Ancak çoğu insan bu önemli bilgiyi derinlemesine düşünmez; üzerinden geçip gider. Çünkü nefs, kendisini kötü görmek istemez. Daima kendisine uyulmasını, itibar edilmesini, güvenilmesini ve isteklerine uygun hareket edilmesini ister. Ayetin manası kavrandığında ise, kişinin artık "nefsine güvenmemesi" gerektiğini kabul etmesi gerekecektir. İşte çoğu insan bu sonuçtan alabildiğince kaçmak ister.

Oysa bu kaçış kişiye hiçbir kazanç sağlamaz. Tam tersine nefs kötülüğe çağırdıkça, o da kötülüğün içine giderek daha da derinlemesine saplanır.

Bu ise Yüce Allah'ın insanlara gösterdiği çok büyük bir sırdır. İnsan nefsine, kendisini korumak, yüceltmek, haklı çıkarmak ve böylece de rahat etmek için sahip çıkar. Ama Allah'ın değişmez adetullahı gereği sonuç bunların tam tersi olur. Sürekli nefsinden yana tavır koyan, hep kendini haklı karşı tarafı haksız gören, Allah'ın rızasına, Kuran ahlakına, Müslümanların sözlerine karşı hep kendinden yana tavır alan bir insan hep zarara uğrayan kişi olur. Allah'ın rızasından uzaklaştığı için o yücelmek isterken, Allah onu hep küçük düşürür. Uğradığı zarar, maddi manevi her açıdan çok açık bir şekilde görünür. Normal berrak bir akıl sergileyebilecekken, kavruk, karmaşık, anlaşılmaz bir akıl ortaya çıkar. Sözleri hikmetsiz, samimiyetsiz ve güzel ahlaktan uzak bir hal alır. Sağlığı elinden gider; öfkeye, tersliğe, çekişmeye, kavgaya açık bir hale girdiği için tansiyonu çıkar, nabzı yükselir, başı ağrır, midesi ağrır, bitkin, yorgun hale gelir. Kendini şiddetli şekilde kasmaktan beli, boynu tutulur. Cildi bozulur, tüm vücudunda bariz bir kirlenme ortaya çıkar. Hem ruhen hem de bedensel olarak güzel ahlak gösterdiği haline göre ciddi şekilde kirlenir, çirkinleşir ve tanınmayacak hale gelir. Gösterdiği ahlaka vücudu dahi dayanamaz ve iflas eder.

Halbuki Müslüman için böyle bir hal içerisine girmemek son derece kolaydır. Kendi kendine "Ne gerek var bu kadar zorluk içerisine girmeme? Nefsimi sahiplenmekten vazgeçsem; Allah'ın rızasına, Kuran'a, müminlere uysam inşaAllah," deyip harekete geçse, bunun çok daha kolay olduğunu görecektir. Rabbimiz böyle düşünen salih müslümanlara Katından bolluk, bereket, ferahlık, neşe ve mutluluk verir.

Asıl zor olan, nefsi korumaya, onu her ne olursa olsun temizlemeye haklı çıkarmaya çalışmaktır. Allah'ın beğenmediği bir ahlakın güzel sonuç vermesi, kişiye huzur, mutluluk getirmesi mümkün değildir. Nefsinden vazgeçen bir insan ise, yaptığı her hatayı kabullenmekle, her eleştiriye, tavsiyeye açık hale gelmekle sürekli daha iyiye ulaşacaktır. Hayatı Allah'ın izniyle çok daha konforlu hale gelecektir. Hepsinden de önemlisi, nefsi kendisini Allah'ın rızasından uzaklaştıramayacak; sonsuz ahiret hayatında cennetle mükafatlanmasına engel olmayacaktır.


İnananların Allah'a bağlılığı imtihanlar karşısındaki tavırlarından anlaşılır


Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)

Yukarıdaki ayette belirtildiği gibi, dünya, Allah’ın, kullarını kimi zaman çeşitli zorluklarla, kimi zaman da nimetlerle denediği bir imtihan yeridir. Bu imtihanları güzellikle geçenler, karşılaştığı her olayda Allah’a bağlı kalan, Allah rızkını arttırdığında da kıstığında da güzel ahlak gösteren, hastalandığında da şifa bulduğunda da O’na yönelen, her şarrta O’na şükreden ve tevekkül edenlerdir.

İnsanlar bu dünya hayatında durmaksızın denenmekte, böylelikle samimi kalple iman edenlerle iman etmeyenler belli olup birbirlerinden ayırt edilmektedirler. Allah bir ayetinde bu gerçeği şöyle bildirmektedir:

Yoksa siz, Allah, içinizden cehd edenleri belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Al-i İmran Suresi, 142)

Hiç şüphe yok ki bir kişinin imtihanlar karşısındaki tavrı onun Allah’a olan bağlılığını, Allah sevgisinde samimi olup olmadığını açıkça ortaya çıkarmaktadır. Eğer kişi Allah’ı gerçekten seviyorsa ve O’nun yarattıklarına karşı gönülden boyun eğiyorsa, O’ndan gelen herşeyi en güzel şekilde karşılayacaktır. En zorlu imtihanlar karşısında dahi güzel ahlakını koruyan, tevekkül ve sebat gösteren kişi hiç şüphesiz Allah’ı çok seviyordur ve O’na karşı içli ve derin bir saygıyla bağlıdır. Allah, inkarcılar tarafından saldırıya uğradıklarında tevekküllü davranan ve zorlu bir anda da mümin ahlakı göstererek Kendisi'ne olan sevgi ve bağlılıklarını ispatlayan Müslümanların güzel tavrını bir ayetinde şöyle belirtmektedir:

Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)

Öte yandan şu da bir gerçektir ki, Müslümanlar imtihanlar vesilesiyle olgunlaşmakta, takvada iyice derinleşip cennete tam hazır hale gelmektedirler. Her ne zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar güçlü bir kişilik göstermeleri, olaylar karşısında asla ümitsizliğe düşmemeleri, her denemeyi tevekkülle karşılamaları ya da nimetler vesilesiyle şımarıp böbürlenmemeleri, her olayda Allah’a bağlı kalmaları onları cennet ehlinin ahlakına eriştirmekte, bu güzel ahlakları Allah’ın sonsuz bir ilimle mutlak kusursuzluk ve ihtişam üzere yarattığı cennete kavuşmalarına vesile olmaktadır.


Dost olunacak bir insanda aranılacak en hayati özelliklerden biri ‘güvenilirlik’tir


Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. (Hicr Suresi, 45-46)

Dost olunacak, sevilecek, saygı duyulacak bir insanda aranılan birçok önemli özellik vardır. Fedakarlık, duyarlılık, ince düşünce, şefkat, merhamet, akıl, dikkat, dürüstlük, vefa ya da sadakat gibi… Bu özelliklerin her birinin, karşı taraf üzerinde oluşturduğu ayrı ayrı olumlu etkileri vardır. Ve elbetteki her insan, dost olacağı kimsenin, bu güzel özelliklerin her birine en mükemmel şekilde sahip olmasını ister. Ancak yine de, bazen bu özelliklerden herhangi birinin eksikliği, çok fazla önemsenmeyebilir. Kişinin güzel bir yönü, diğer bir konudaki eksikliğini örtecek ve telafi edecek nitelikte olabilir. Ya da zamanla kişinin kendisini o yönde de geliştireceği düşünülerek, bazı eksiklikleri hoşgörüyle karşılanabilir. Dolayısıyla bir insan, dost olacağı bir kimsede aradığı bu özelliklerden gerektiği takdirde vazgeçebilir.

Ancak bir de bazı hayati konular vardır ki, bunlar dost olunacak bir insanda mutlaka olması gereken, asla vazgeçilemeyecek ve eksikliği gözardı edilemeyecek niteliktedir. Bir insan, neredeyse birçok konuda çok mükemmel özelliklere sahip olsa da, hayati önem taşıyan tek bir özelliğinin eksik olması, o kişiyle ‘derin bir dostluk kurulmasına’ ciddi şekilde engel teşkil eder. İşte bu hayati özelliklerin en önemlilerinden biri, ‘güvenilirlik’tir.

Allah Kuran'da, cennete kabul edilen müminlerin orada ilk olarak duyacakları sözün, “Oraya esenlikle ve güvenlikle girin” şeklinde olacağını bildirmiştir. Bu da, insanların en önemli ihtiyaçlarından birinin, ‘kendilerini güvende hissedecekleri ve güven duyacakları bir ortamda olmaları’ olduğunu göstermektedir. İşte bu nedenledir ki dünya hayatında da, insanlar fıtrat olarak, hemen her yerde öncelikli olarak ciddi şekilde bir ‘güvenlik arayışı’ içerisindedirler. Oturacakları evi, yaşayacakları semti, çalışacakları yeri, gidecekleri okulu seçerlerken, öne sürdükleri öncelikli şartlarından biri, her zaman için mutlaka ‘güvenliğin sağlanması’dır. Tüm hayatlarını böyle bir ihtiyaç içerisinde yönlendirirken, elbetteki dostlarını seçerken de en dikkat ettikleri konulardan biri de yine ‘güvenilirlik’ olmaktadır.

Bir insanın bir başkasıyla ‘dost olması’; ‘tüm hayatını, kusur ve eksikleriyle, güzellikleriyle, nimetleriyle ve tüm açıklığıyla, dürüstçe o insana da açması’ demektir. Gerçek dostluk, ‘hiçbir konuda sır saklamaksızın, tedbir alma ya da gizlenme gereği hissetmeksizin, içteki en derin duygulara kadar, hiçbir noktada engel koymaksızın o kişiyi sırdaş edinmek’ demektir. Dolayısıyla dost olunacak kişinin öylesine bir güven telkin etmesi gerekir ki, karşı tarafın aklında hiçbir zaman için, “Şöyle yaparsam ne der?”, “Bu fikrimi nasıl karşılar?”, “Beni yanlış anlar mı?”, “Kusurlarımı öğrendiğinde bana olan sevgisi azalır, saygısı zedelenir mi?” gibi ‘soru işaretleri’ oluşmamalıdır. İleride bir gün, özellikle de iki tarafın menfaatleri çatıştığında, bu kişilerden biri, hiçbir zaman için karşı tarafın sadakatsizliğinden, vefasızlığından yana bir şüphe ya da tedirginliğe kapılmamalıdır. Her ne olursa olsun, on yıllarca görüşülemese de, ölene kadar bir kez bile konuşma imkanı olmasa da, kalpte yaşanan samimi sevgi ve dostlukta hiçbir değişiklik olmamalıdır. Aleyhte çeşitli konuşmalar anlatılsa, olumsuz telkinler yapılsa, bunlara dair açık deliller sunulsa dahi, bunların, kişi üzerinde hiçbir etkisi olmamalıdır.

Birbirinden farklı iki ayrı insan arasında böylesine sağlam bir güven oluşması ise, elbetteki ancak ‘samimi Allah korkusu ve derin iman’ neticesinde mümkün olabilir. Dünya üzerinde bunun dışında iki insan arasında gerçek ve sağlam dostluk anlayışının kurulabilmesi mümkün değildir. İnsanların birbirlerini sevmeleri, beğenmeleri, sadakat göstermeleri ya da birbirlerine karşı güvenilir oldukları izlenimi vermeleri, yalnızca belirli menfaat ortaklıklarının gerekliliklerinden kaynaklanır. Bu çıkar dengelerindeki en küçük bir değişiklik ise, tüm bu beğeni, sevgi, dostluk ve güvenilirlik iddialarının da bir anda ortadan kalkmasına yol açar.

Ancak eğer iki insan dostluklarını imani bir güvenilirlik üzerine kurmuşlarsa, böyle bir durum asla söz konusu olmaz. Ve güvene dayalı böyle gerçek bir dostluk, dünya hayatında insanlara sunulan en büyük konforlardan biridir. İnsanın adeta kendisiyle muhatap oluyormuşçasına, bir başkasının yanında da aynı rahatlığı, aynı güven ortamını bulabilmesi çok büyük bir nimettir.

Dolayısıyla dost olunacak bir insanda ‘güven’ arayışı içerisinde olmak, insanlar için çok hayati bir ihtiyaçtır. Bir insan çok güzel özelliklere sahip olsa, pek çok açıdan kendisini çok iyi yetiştirmiş olsa da, güven telkin eden bir kişilik sergilemediği sürece, iman şuuru almış bir insan için bu kişi, ‘temkinli olunması gereken’ bir insandır. Eğer bir kişi, kendisine karşı temkinli olunmamasını, yanında rahat olunmasını, samimi olunmasını istiyorsa, bunun için gereken en acil ihtiyacın, karşı tarafa ‘güven vermek olduğunu’ bilmelidir. Diğer güzel özelliklerini daha da artırarak; örneğin çalışkansa daha da çalışkan, merhametliyse daha da merhametli ya da ince düşünceliyse daha da ince düşünceli olmaya çalışarak, bu durumu değiştirmesi söz konusu değildir. Bunun için öncelikli olarak yapması gereken, ‘Nasıl güven veren bir insan olabilirim?’ diye düşünmek ve bunun gerekliliklerini uygulamak olmalıdır.

Güvenilir bir insanın en önemli özelliklerinden biri, Allah'tan çok derin bir saygı ile korkup sakınması ve Allah'a gönülden, katıksız bir imanla aşk ve tutkuyla iman etmiş olmasıdır. Allah'ın rızasını, dünyanın hiçbir menfaatine asla değişmemesidir. Allah'ın sevgisini kazanabilmek için dünyanın her türlü zorluğuna, sıkıntısına hiç tereddüt etmeksizin zevkle göğüs gerebilmesidir. Allah'ın hoşnutluğunu, asla nefsinin hoşnutluğuna değişmemesidir. Allah'ın bir emrini uygulamada asla gevşeklik göstermemesidir. Kendinden önce her zaman mutlaka dinin ve inananların menfaatlerini gözetmesidir. Böyle bir ahlakta bir insan, nefsini adeta terk etmiştir. Allah rızası için sevdiklerini, dostlarını her zaman için kendi nefislerinden önde tutar. Kendini temize çıkarabilme peşinde olmaz. Hep karşı tarafı haklı çıkaran, hatayı, kusuru kendi üstlenip, karşı tarafı koruyup kollayan bir ahlak gösterir.

Dolayısıyla güven vermek isteyen bir insan öncelikle mutlaka ‘nefsini terk etmiş olmalı’dır. Nefis sevgisi terk edilmeden, bir insanın tam olarak güvenilir olma vasfı gösterebilmesi söz konusu olmaz. Her zaman nefsinin yanında olan bir insan, kimseyle gerçek anlamda dostluk kuramaz. Çünkü ‘sevdiği ve dost olduğu insan mı, yoksa kendi nefsi mi?’ diye bir seçim söz konusu olduğunda, her zaman karşı tarafı bırakıp mutlaka kendisini tercih edecektir. Nefsinin memnuniyetini sağlamaya çalışmaktan vazgeçemeyecektir.

Dost olunacak bir insanda aranılacak en hayati özelliklerden biri güvenilirliktirİşte dünya hayatında ‘samimi dostluklar kurmak’, ‘gerçek dostluğun güzelliğini yaşamak’ isteyen her insan, tüm bu bilgileri bir kez daha düşünmeli, ahlakını bu yönde bir kez daha gözden geçirmelidir. ‘Güven arayışı’nın çok önemli bir ihtiyaç olduğu ve bir insanın bir başkasında, imandan sonra arayacağı özelliklerden birinin bu olduğu asla unutulmamalıdır. Sorunu başka detaylarda arayıp sonuç almaya çalışmaktansa, asıl ihtiyacın ‘güven’ olduğu tam olarak anlaşılmalıdır.

Nitekim Kuran'da, cennete giren müminlerin, orada ‘esenlik ve güvenlik temennisiyle karşılanacağı’nın bildirilmiş olması, dünya hayatında da bu özelliğin kazanılmasının ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunun anlaşılması açısından çok hikmetlidir:

Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. (Hicr Suresi, 45-46)


Mümin, ima yollu konuşmayı, esprilerle mesaj vermeyi güzel ve asil ruhuna yakıştırmaz...



Müslümanların güzel bir özelliği samimiyetleridir. Bir söz söyleyecekleri zaman bunu ‘sözün en güzeliyle’ ama ‘doğrudan ve açıkça’ dile getirirler. Dolambaçlı yöntemleri, imalı konuşmaları asla tercih etmezler. Cahiliye toplumlarında ‘laf dokundurma’ deyimiyle ifade edilen yöntemlere hiçbir şekilde yanaşmazlar. Yaptıkları esprileri karşılarındaki kişilere mesaj vermek için kullanmazlar. Tavır ve hareketleriyle çevrelerine bir şeyler anlatmaya çalışmazlar. Eğer söylemek istedikleri bir şey varsa, bunu samimiyetle, gönül alıcı bir üslupla, rencide etmeyecek sözlerle, olabilecek en anlaşılır şekilde karşılarındaki kimseye açıklarlar. Amaçları içlerindeki kızgınlığı deşarj etmek, karşı tarafı küçük düşürmek, yaptığı hatadan dolayı o kişiye unutamayacağı bir ders vermeye çalışmak, onun tavrına aynı tarzda bir karşılık vermek değildir. Aksine amaçları, yalnızca -Allah rızası için- karşı tarafa fayda sağlayabilmektir. Bu niyetleri tavırlarına yansıdığı için, karşılarındaki kişi de onların samimi sözlerinden ya da eleştirilerinden gerçekten istifade eder ve tavırlarındaki eksiklikleri iyice kavrayıp düzeltebilme imkanı bulurlar.

Müminlerin bu özelliği aynı zamanda onların ahlakındaki yüksek kalitenin ve derinliğin de önemli bir göstergesidir. Basit tavırlara, basit üsluplara tenezzül etmeyen, insanlarla basit konular için çekişmeye girmeyen, lafla sözle sürtüşmeyen, kaş göz işaretleriyle, yüz ifadeleri ya da mimiklerle çevrelerindeki insanlarla mesajlaşmayan yüksek bir kişiliğe sahiptirler. Aksi ise söz konusu insanların ruhlarındaki basitliği, sıradanlığı, yüzeyselliği gösteren bir alamettir. Mümin, güzel ruhunu böyle basit tavırlarla kirletmez.

Ancak elbetteki cahiliye toplumlarında bu karakterdeki insanlar sayıca oldukça fazladır. Hatta pek çok insan, çevresindeki kişilerle başka türlü iletişim kurmayı aklına bile getirmez. Gününün büyük bölümünü insanlarla bu tarzda ‘ima ve gizli mesaj alış verişleri’ yaparak geçirir. Samimiyete; dürüstçe ve doğrudan fikir belirteceği konuşmalara hiç gerek duymaz. Çünkü bunun sonucunda elde etmek istediği –karşı tarafa fayda vermek- gibi bir amacı yoktur. Amaç sadece öfkeyi deşarj etmek, rahatlamak, karşı tarafı kızdırmak, rencide etmek ve ‘çekişmek’tir. Söz konusu insanlar bu tarz bir diyalog şeklini, samimiyetten çok daha cazip bulurlar.

Müminin vicdanı ise böyle bir hayat şeklini kabul edemez. Çevresindeki insanlarla bu şekilde diyalog kurarak yaşamayı asla makul göremez. Ruhu böyle bir üslupta asla huzur bulamaz. Böyle insanların kişiliğine de asla uyum sağlamaz. Toplumda yaygın olan bu üslupla karşılaştığı zaman, müminin asil tavrı yine hiçbir şekilde değişmez. Ruhundaki yüksek kaliteden, asaletten, samimiyetten, dürüstlükten asla ödün vermez. Basitliğe asla eğilim göstermez. Bu tür insanlara sözün en güzeliyle, en asil tavırlarla, en açık ve samimi sözlerle karşılık verir.

Kuran'da müminlerin bu güze ahlakları şöyle haber verilmiştir:

"Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir." (Furkan Suresi, 72)

O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman "Selam" derler.(Furkan Suresi, 63)

Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkanı) kalmamıştır. (İbrahim Suresi, 24-26)


Müslümanların mukaddesat aleyhtarı konuşmalar yapması ve yapılmasına müsaade etmesi büyük bir gaflettir



Samimi iman sahibi bir insan, bulunduğu ortamlarda (Allah’ı tenzih ederiz) Allah ve din ahlakı hakkında saygıya uygun olmayan konuşmalar yapılmasına asla izin vermez. Yüce Allah’a olan derin sevgisi, saygısı ve bağlılığı nedeniyle din ahlakına muhalif olan konuşmalara karşı dikkati çok açık olur. İmani değerlerin aleyhinde yapılan ima ve yorumlar, hemen dikkatini çeker ve yanında bu tarz uygunsuz konuşmalar yapılmasına izin vermez.

Ancak kimi zaman bazı Müslümanların (Allah’ı tenzih ederiz) Allah ve din ahlakı hakkında yapılan çirkin yorumlara sessiz kaldıkları hatta çoğu zaman katılımcı davrandıkları görülmektedir.

Bir Müslümanın din ahlakından uzak yaşayan bazı çevrelerce takdir toplayabilmek ve popüler olmak için din ahlakına uygun olmayan böyle çirkin bir davranışa yönelmesi büyük bir gaflettir.

“Meryem oğlu (İsa) bir örnek olarak verilince, senin kavmin hemen ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar. Dediler ki: “Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?” Onu yalnızca bir tartışma-konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar ‘tartışmacı ve düşman’ bir kavimdir.” (Zuhruf Suresi, 57-58)

Yüce Allah’ın alemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), “Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikamet tuttur...” (Şura Suresi, 15) ayetiyle de bildirildiği gibi, Allah’ın insanları uyarmakla görevlendirdiği son peygamberidir. Kutlu Peygamber Efendimiz (sav) diğer tüm elçiler gibi, insanları doğru yola, Allah’a iman etmeye, ahiret için yaşamaya ve güzel ahlaka çağırmıştır. Bu daveti sırasında kullandığı yöntemler, konuları anlatış şekli, üslubu ve tavırlarındaki üstün kalite anlayışı her Müslümana örnek olmalı, her Müslüman insanları din ahlakını yaşamaya davet ederken Peygamber Efendimiz (sav) gibi bir tavır içerisinde olmaya gayret etmelidir.

Peygamber Efendimiz (sav) Diyor ki...

“Müminin şerefi dini, asaleti güzel ahlakı, mürüvveti de aklıdır.”

 (İbn Hıbban, Hakim; Huccetü’l İslam İmam Gazali, İhya’u Ulum’id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 111-112)

Ancak bazı Müslümanların Kuran’da bildirilen “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle…” (İsra Suresi, 53) ayetinin hükmüne uymadıkları ve Allah ve mukaddes konular hakkında konuşurken Peygamber Efendimiz (sav)’in saygılı üslubundan uzak, din ahlakına uygun olmayan bir üslup kullandıkları görülmektedir. Bu, çok büyük bir gaflettir. Çünkü her Müslüman, hem sözlerinde hem de üslubunda Kuran ahlakına en uygun olanı seçmekle yükümlüdür. Aksi takdirde “...Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar.” (Müminun Suresi, 71) ayetinde bildirildiği gibi din ahlakını yaşamanın bir kişiye kazandırdığı üstün ahlak ve kaliteden yoksun kalmaktadırlar.

Hamiyet-i İslamiye (İslam’ı Koruma Çabası)’nin Din Ahlakındaki Büyük Önemi

İnsanlar fıtrat olarak, sevdikleri kişilere, önem verdikleri nesnelere ya da değerlere yönelik bir koruma duygusuna sahiptirler. Bu kişilere ya da değerlere maddi ya da manevi bir zarar gelmesine ya da istismar edilmelerine karşı ciddi çaba gösterir; bu duruma karşı doğal olarak bir koruyup kollama eğilimi içinde olurlar. İşte insanların çok sevdikleri, düşkünlük derecesinde bağlı olup değer verdikleri bir şeye karşı içlerinde hissettikleri bu şiddetli koruma ve sahiplenme heyecanının diğer bir adı da “hamiyet”tir. 

Gerçek hamiyet duygusunun temelini ise Allah korkusu oluşturur. Müslümanların halis Allah korkusuna ve O’nun rızasını aramaya dayalı bir hamiyet anlayışları vardır. “Hamiyet-i İslamiye” olarak adlandırılan bu duygu, bir Müslümanın sahip olması gereken üstün ahlak özelliklerinden biridir. Samimi iman sahibi bir mümin, İslam ahlakını, bu ahlakın tebliğ edilmesini ve Allah’a inanan salih Müslümanları adeta kendi gibi hatta kendinden de daha öncelikli görerek manen sahiplenir. Kendisine nasıl bir zarar gelmesini istemez ve buna karşı önlem alırsa, tanıdığı tanımadığı tüm Müslümanlar için de aynı şekilde hassasiyet gösterir. Müslümanları ilgilendiren hiçbir konuda umursuz bir tavır göstermez. 

Vurdumduymaz olmaz. (Allah’ı tenzih ederiz) Allah ve din ahlakı hakkında konuşurken saygıda kusur etmemek için büyük bir titizlik gösterir, bulunduğu ortamlarda din aleyhtarı konuşmalar yapılmasına asla müsaade etmez. Kalbindeki Allah korkusu onu bu konuda devamlı olarak teyakkuz halinde, yani uyanık, dikkatli ve bilinçli bir halde tutar. Hayatının asıl amacının sadece Allah rızasını kazanmak olduğunu bilen bir Müslüman, umursuzluk yaptığı takdirde bunun Allah Katında nasıl bir karşılığı olabileceğini düşünerek böyle bir tavır göstermekten şiddetle sakınır.

Sayın Adnan Oktar’ın Kanal 35 (İzmir) TV ile Yaptığı Canlı Röportajdan, 25 Ocak 2009

“Ben, Allah’a saygıya çok titizim. Şeytandan Allah’a sığınırım ayette “… Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar.” (Rad Suresi, 21) diyor Allah müminler için. Mesela, Allah’ı tenzih ederim bazı insanlar Allah’la ilgili konuşurken çok pervasız, saygıya uygun olmayan, bazen de hâşâ küstahça bir üslupla konuşuyorlar. Ben hayretler içinde kalıyorum. Hatta dini konularda sözde espriler yapıyorlar. Ahiretle, cennetle, cehennemle ilgili, meleklerle ilgili sözde espriler yapıyorlar. Onların da etrafındakiler gülüyor. Bence orada hemen müdahale etmeleri lazım; mukaddesata uygun olmayan, saygısız bir üslupla konuşan kişiyi uyarmaları gerekir. Çünkü bu çok büyük bir terbiyesizlik ve vicdansızlıktır. Allah’ı tenzih ederim Allah’la, dinle, sözde espri yapmaya kalkmak çok çirkin bir cesarettir ve büyük bir küstahlıktır. Müslümanın yapabileceği bir şey değildir bu.”

Bazı İnsanlar Mukaddesat Aleyhtarı Konuşmalar Yapmaktan Neden Sakınmazlar?

Müminin dünyadaki amacı Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Samimi iman sahibi bir insanın, din ahlakına muhalif kesimlere sevimli gözükmek, onlarla dost olmak ve beğenilerini kazanmak, onlardan övgü ve takdir almak gibi bir düşüncesi veya isteği olmaz. Ancak din ahlakını gereği gibi kavrayamayan bazı insanlar, din ahlakına muhalif olan insanları memnun etmek ve bu kesimden bazı çıkarlar elde etmek için din ahlakından taviz vermekte bir sakınca görmezler. Bu kişiler, (Allah’ı tenzih ederiz.) Allah’a karşı saygıya uygun olmayan konuşmaların yapıldığı, dini ve mukaddes kavramları sözde espri konusu haline getiren sohbetlerden rahatsızlık duymazlar. Din ahlakına muhalif sözde espriler yapılması, din ahlakına bağlılıkları zayıf olan bu kişilerin kalplerinde bir rahatsızlık meydana getirmez. Böyle çirkin konuşmalar yapan insanlar, her dönemde var olmuştur. Kuran ahlakından taviz vererek böyle bir duruma düşen kişilerin durumu, Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

“Onlar, mü’minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. “Kuvvet ve onuru (izzeti)” onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, “bütün kuvvet ve onur,” Allah’ındır.” (Nisa Suresi, 139)

Bir Müslümanın, Allah’a karşı saygıya uygun olmayan, dini ve mukaddes değerleri sözde espri konusu haline getiren (Allah’ı tenzih ederiz.) konuşmalar yapmaktan veya yanında böyle konuşmalar yapılmasından rahatsızlık duymaması, onun Kuran ahlakını yaşama konusunda gerekli titizliği ve hassasiyeti göstermediği anlamına gelir. Allah’a karşı derin bir saygı ve sevgi duyan samimi iman sahipleri mukaddesata karşı son derece duyarlı olurlar. Din ahlakından uzak bir sözde espri üslubunun hakim olduğu ortamdan hemen uzaklaşırlar.

Müminlerin Mukaddesat Konusundaki Hassasiyetleri

Bir insan; Allah’ın her an kendisini gördüğünü, yaptıklarından, konuşmalarından haberdar olduğunu ve bunların kendi adına Allah Katında kaydedildiğini kavrıyorsa, sahip olduğu Allah korkusu onu Kuran ahlakını en mükemmel şekliyle yaşamaya yöneltir. Bu anlayışı ona, hem davranışlarından hem de konuşmalarından rahatça fark edilebilecek özel bir kalite getirir. Bu, basitlikten ve yüzeysellikten uzak, doğal, Kuran ahlakından taviz vermeyen, peygamberlerde görülen haysiyeti, samimiyeti ve vicdan anlayışını taşıyan bir kalitedir. Örneğin;

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), üstün ahlakı, aklı, feraseti, basireti, tevazusu, sevgisi ve merhametiyle tüm müminlere örnek olmuş, bulunduğu ortamlar en güzel ve hikmetli sohbetlerin olduğu, coşkulu, muhabbetli, temiz, ferah, huzur ve güven veren kaliteli ortamlar haline gelmiştir. Ayrıca Peygamber Efendimiz (sav)’in çevresinde bulunan yakın sahabelerinin aktardıkları olaylardan, Peygamber Efendimiz (sav)’in “son derece nezih, kaliteli, latif ve ince düşünceli” olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimiz (sav) edep, terbiye ve görgü kurallarını hayatında en kaliteli ve en ideal şekliyle uygulamıştır.

Bu ahlakta keskin bir şuur açıklığı vardır ve kişiyi her an Allah’ın ve ahiretin varlığını düşünerek yaptığı her işte Allah’ın rızasını gözetmeye yönlendirir.

Her davranışında ve ağzından çıkan her sözde Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek yaşamasını sağlar.

“Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır.”
(Fussilet Suresi, 54)

Bu anlayıştaki bir insanın basit bir kişilik sergilemesi veya Allah’ın hoşnut olmayacağı bir üslupta konuşmalar yapması söz konusu olmaz. Aksine böyle bir insan seçtiği her konunun, kullandığı her kelimenin Müslümana yakışır bir güzellikte ve asalette olmasına her an itina gösterir.

Dini konular hakkında konuştuğunda da son derece ölçülü, saygılı bir üslup kullanır. Cennet, cehennem, ahiret, kader gibi konularda konuşurken her kelimesini ölçüp tartar, düşünmeden, gelişigüzel bir şekilde konuşmaktan sakınır. Dini ve mukaddes konularda espri yapılmasına müsaade etmez, böyle bir ortamla karşılaştığında “O, size Kitapta: “Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (Nisa Suresi, 140) ayetinin hükmü gereği hemen o ortamdan uzaklaşır.

Tüm bu üstün ahlak özellikleri de göstermektedir ki müminler, bir söz söylemeden önce mutlaka vicdanlarına danışmalıdırlar. Bu şekilde vicdan kullanıldığında kişinin tüm konuşmaları “Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: “Gerçekten ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet Suresi, 33) ayetiyle bildirildiği gibi hayra yönelten güzel konuşmalar olacaktır. Vicdan, kişiyi her türlü uygunsuz konuşma üslubundan uzaklaştıracak ve İslam ahlakının getirdiği kaliteyi yansıtan bir mükemmelliğe ulaştıracaktır.

Samimi İman Sahiplerinin Hamiyet-i İslamiyesi Çok Güçlüdür

Hamiyet-i İslamiyesi güçlü olan; diğer bir deyişle içinde İslam’ın menfaatlerini korumaya yönelik heyecan taşıyan müminlerin bu ahlakını değerli İslam alimlerinden İbn-i Mace Hazretleri ise şöyle ifade etmiştir:

“Gayret sahibi bir mü’min, dine aykırı ve zararlı durumlar, hâdiseler ve tecavüzler karşısında lâkayd ve duygusuz kalamaz, müteessir olur, hamiyet-i diniyesi galeyana gelir ve dinin emrettiği müsbet şekilde dine hizmet gayreti artar. ..."

(İslam Prensipleri Ansiklopedisi 2.cilt, s. 540 1042/1, 9. Kitabünikah, 56. Babda L996. Hadis)

Sonuç:

Müminler Hiçbir Ortamda İslam Ahlakından Taviz Vermezler

Her mümin, tek başına İslam ahlakını ve tüm Müslümanları temsil eden önemli bir görev üstlenmiş durumdadır. Bu nedenle bir mümin hayatının her anında her nerede, hangi şartlar altında ve nasıl insanlarla birlikte olursa olsun, Kuran ahlakına uygun yaşantısından taviz vermemelidir. Bulunduğu ortama, muhatap olduğu insanların ahlaklarına, konumlarına ya da maddi güçlerine, yaptığı işe, içerisinde bulunduğu sohbetin konusuna göre değişkenlik göstermemelidir. Çünkü böyle bir tavır, Kuran ahlakına uygun değildir. Allah “… Sürekli olan ‘salih davranışlar’ ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır.” (Kehf Suresi, 46) ayetinde, “sürekli olan salih davranışların makbul olduğunu” bildirmektedir. Bu nedenle mümin, Allah’ın en çok razı olacağı umulan tavırlarda hayatının sonuna kadar kararlılık ve titizlik gösterir. Allah’ın rızasına uygun olmayacağını bile bile, Kuran ahlakıyla bağdaşmayacak tavırlar içerisine girmez. Allah’ın Kuran’da bildirdiği ve övdüğü İslam ahlakına uygun olan budur.

Din ahlakına uygun olmayan konuşmalardan, kalitesiz tavır ve düşünce şekillerinden sakınmanın çözümü ise Allah’tan samimi olarak korkmak, her an her yerde vicdanı kullanmak ve Kuran ahlakını eksiksiz olarak yaşamaktır. Kuran ahlakına tam olarak uyanların güzel karşılığı bir ayette şöyle müjdelenmektedir:

“Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir.” (Maide Suresi, 16)

Son dönemde bazı kişilerin sırf popüler olmak, entelektüel görünebilmek ve din ahlakına muhalif kesimlere yaranabilmek umuduyla Müslümanlara yakışmayan bir tavır içine girdikleri görülmektedir. Oysa din ahlakı ve dindar insanlar hakkında gerçek dışı açıklamalar yapmak, mukaddesata uygun olmayan şekilde konuşmak bu kişilerin zannettiklerinin aksine onları yüceltmemekte tam tersine küçük düşürmektedir. Unutulmamalıdır ki bir kişiye asıl saygınlık veren, kaliteli bir ahlak ve görüntü kazandıran derin bir Allah sevgisiyle ve Allah korkusuyla yaşanan İslam ahlakıdır.


İslam dünyası için ittifakın önemi


Bugün İslam dünyasına baktığımızda, Müslümanların en önemli problemlerinden birinin parçalanmışlık olduğunu görürüz. Avrupa'nın neredeyse tüm devletleri, siyasi, ekonomik ve kültürel bir birlik olan "Avrupa Birliği" çatısı altında toplanmış iken; Müslümanlar yeteri derecede iş birliği kuramamış durumdadırlar. Müslüman ülkeler arasında tam bir dayanışma olmadığı gibi, farklı Müslüman mezhepler, cemaatler, tarikatlar, fikri hareketler ve kuruluşlar arasında da gereken kaynaşma ve yardımlaşma yoktur.

Oysaki Allah, tüm Müslümanların tam bir birlik ruhu içinde yaşamalarını ve hareket etmelerini emretmiştir. Rabbimiz Müslümanların, "sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi" olmalarını gerektiğini bildirmiş (Saff Suresi, 4) ve şöyle buyurmuştur:

Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın... (Ali İmran Suresi, 103)

Allah, Müslümanlar birlik olmadıkları takdirde, güçlerinin azalacağını ise şöyle haber vermiştir:

Allah'a ve Resulü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)

Bu ayette, günümüz dünyasında Müslümanların neden gerektiği kadar güçlü olmadıklarının da asıl sebeplerinden biri haber verilmektedir: birlik ruhu içerisinde olmamak. Eğer tüm Müslümanlar birlik olsalar; İslam ülkelerini kalkındırmak, imar ve inşa etmek; zulüm gören Müslümanlara yardım eli uzatmak ve onları korumak için gerekli fikri mücadeleyi yürütmek; İslam ahlakını tüm dünyaya en güzel biçimde tebliğ ve temsil etmek; sözde İslam adına ortaya çıkan terörizm gibi sapkın akımları dizginlemek; tüm insanlığın hayrına olacak bilimsel, sanatsal, kültürel gelişmeler kaydetmek gibi pek çok başarıyı Allah Müslümanlara nasip edebilir.

Büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi'nin ifadesiyle İslam dünyası için önemli tehlike, "cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaftır". Bunları "sanat, marifet, ittifak" yoluyla yenmek gerekmektedir. (Divan-ı Harbi Örfi sf. 15) İttifak belki bunların içinde en önemlisidir, çünkü ittifak sayesinde tüm Müslümanlar "sanat ve marifetlerini", yani tüm yetenek ve bilgilerini birleştirip, İslam'a büyük hizmetlerde bulunabilirler.

İttifakın Mantığı: İman Esaslarında Birleşmek

Müslümanlar arasında birlik sağlanması için yapılması gereken en önemli işlerden biri, bu birliğe engel olabilecek yanlış zihniyetleri ortadan kaldırmaktır.

Bu yanlış zihniyetlerin başında ise, bir Müslümanın bir diğer Müslümana bakarken, ortak noktaları değil farklılıkları görmesi gelir. Oysa, İslam ahlakının gereği tüm farklılıklara rağmen Müslümanların, birbirlerinin kardeşleri oldukları gerçeğini unutmamalarıdır. Irkı, dili, vatanı, mezhebi ne olursa olsun tüm Müslümanlar kardeştirler.

Dünyadaki tüm Müslümanlar; Allah'a iman etmekte, Kuran'a tabi olmakta; Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in yolundan gitmekte; namaz kılarken aynı kıbleye dönüp, ahirette aynı güzel karşılığı ummaktadırlar. Tüm Müslümanların; Rabbi, Kitabı, peygamberi, kıblesi aynıdır.

Bediüzzaman Said Nursi'nin ifadesiyle, tüm Müslümanların “Hâlıki bir, Râzıki bir, peygamberi bir, dînî bir, kıblesi bir, kitabı bir”dir. (Mektûbat, s. 243)

Dahası her Müslüman; cinayet, zulüm, hırsızlık, sahtekarlık, cinsel sapkınlık gibi günahlara karşıdır ve aynı ahlaki değerleri savunur.

Tüm bu ortak noktaların, diğer bazı noktalardaki fark ve ihtilafları tamamen önemsizleştirmesi gerekir. Müslümanların; farklı mezheplerin takipçileri olmaları, farklı milletlerden ve etnik kökenlerden gelmeleri, siyasi veya sosyal konularda bazı farklı görüşler taşımaları, farklı sosyal grup veya cemaatler içinde bulunmaları ve İslam'a hizmet için farklı yollar benimsemeleri birlik ruhu içinde olmalarına hiçbir şekilde engel değildir.

Dolayısıyla, Müslümanlar arasındaki farklılıkları vurgulayan hususlar yerine, onlar arasındaki birliği vurgulayan temel iman esasları üzerinde durmak gerekir. Müslümanlar, yazılarında, konuşmalarında, sohbetlerinde ve dahası düşüncelerinde; diğer Müslümanlarla olan anlaşmazlıklarını ön plana çıkarmak yerine; ortak iman esaslarına önem vermelidirler. Bir diğer Müslüman kardeşine bakarken, öncelikle karşısındaki kişinin Müslüman olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmalıdırlar.

Süleyman Hilmi Tunahan'ın bu konudaki öğüdü, hepimiz için yol göstericidir: "Vasiyetim olsun: Tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehl-i Sünnet'in gayri olan yanlış yollara sapmayınız."

Diğer Müslümanların Hizmetlerini Takdir Etmek

Bugün insanlık içine düştüğü durumdan kurtulabilecek bir çıkış yolu aramakta, dünyaya barış, huzur, adalet getirecek bir yol gösterici beklemektedir. Bu yol göstericilik, İslam toplumunun sorumluluğudur ve tüm Müslümanların bu bilinçle hareket etmeleri gerekmektedir. Nitekim farklı dillerden, ırklardan ve cemaatlerden Müslümanların dünyanın dört bir yanında İslam ahlakını tebliğ etmek için gösterdikleri çaba neticesinde, yeryüzünde Müslümanların sayısı gün geçtikçe daha da artmaktadır. İnsanlık doğruya yönelmeye başlamıştır. Bu ortam içerisinde İslam'a hizmet çabası içinde olan her mümin, son derece kıymetlidir. Hataları, eksiklikleri, bazı yanlışları olabilir; bunlar zamanla giderilebilir.
Kuran ahlakının ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinin gereği, her Müslümanın hizmetini takdir etmek ve onu hizmetini daha da büyütmesi için teşvik etmektir.

Bu noktada, Müslümanların İslam'a hizmet etmek, İslam ahlakını yaymak, din ahlakına uygun olmayan felsefelere karşı gerekli fikri mücadeleyi yürütmek için yaptıkları hizmetlerin farklı şekillerde, farklı zeminlerde olabileceğine dikkkat etmek gerekir. Her Müslüman, kendi imkanları, kendi birikimi, kendi şartları neticesinde farklı bir yol tutturmuş, farklı bir yöntem kabul etmiş olabilir. Müslümanlar ilim, ekonomi, sanat, eğitim gibi farklı alanlarda çalışmalar yürütebilirler. Kimileri bu alanların bazılarında uzmanlaşmış olabilir. Farklı yöntem, usul ve üsluplar kullanabilirler. Bunlar nedeniyle diğer bir Müslüman kardeşini eleştirmek, onun yaptıkları beğenmeyip yalnızca kendini övmek, vicdana uygun bir tavır olmaz. Büyük alim Bediüzzaman Said Nursi bu gerçeği son derece veciz bir biçimde şöyle ifade etmiştir:

"(Müslüman) 'Mesleğim haktır, yahud daha güzeldir' diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden, 'Hak yalnız benim mesleğimdir' veyahut 'güzel benim meşrebimdir' diyemez." (Lemalar sf. 140)

Allah'ın rızasına uygun olan ise, Müslümanların, diğer Müslümanların da hizmetlerini övmeleridir. Bu yapıldığında, farklı Müslüman çevreler arasında sevgi ve kardeşlik güçlenecek ve böylece birlik içinde hareket etmeleri için gerekli zemin oluşacaktır.

Eleştirileri Olgunlukla Kabul Etmek

Allah, Kuran'da Müslümanların hatalarında bile bile ısrar etmediklerini bildirmiştir:

... Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 135)

Bir Müslüman hayatı boyunca çeşitli hatalar yapabilir, yanlışa düştüğü anlar olabilir. Yaptığı hata, içinde bulunduğu yanlış tavır Müslüman bir kardeşi tarafından kendisine hatırlatıldığında, hemen doğruyu görüp ona yönelebilir. Hatasından dolayı Allah'tan bağışlanma diler ve Rabbimiz'in kendisini affetmesini umar. Bu nedenle, Müslümanların birbirlerine öğüt verip hatırlatmada bulunmaları, yanlış birşey gördüklerinde birbirlerini uyarmaları son derece önemli ve değerli bir özelliktir. Allah'ın izniyle, Müslümanların daha iyiye, doğruya ve güzele yönelmesine vesile olur.

Kendisine yanlışı gösterildiğinde dinlememek, öğüt verildiğinde öğüt almamak ise Müslümanların şiddetle sakınmaları gereken kötü bir ahlak özelliğidir. Bir Kuran ayetinde öğüt almaktan kaçınan insanların durumu şöyle haber verilmiştir:

Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa, 'öğüt verip hatırlat.' Allah'tan ‘İçi titreyerek korkan’ öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. (Ala Suresi, 9-11)

Dolayısıyla Müslümanlar, birbirlerine her konuda rahatlıkla öğüt verebilmeli, yaptıkları hizmette bazı kusur veya hatalar oluyorsa bunu da birbirlerine rahatlıkla söyleyebilmelidirler. Öğüt alan Müslümanın yapması gereken ise, gelen eleştiriyi hemen kabul etmek, üzerinde samimi bir biçimde düşünmek ve bunu daha doğruya ilerlemek için bir vesile saymaktır. Kuran ahlakını yaşayan ve sünnete uyan bir Müslümanın yapması gereken budur.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuya da dikkat çekmiş ve talebelerine şöyle öğüt vermiştir:

"Risale-i Nur aleyhinde bir itiraz kutb-u azamdan dahi gelse, Risale-i Nur Şâkirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir." (Büyük Tarihçe-i Hayat sf. 287)

Elbette bir diğer kardeşine eleştiri yapan Müslümanın da, ılımlı ve yapıcı bir üslupta hareket etmesi gerekmektedir. Unutmamak gerekir ki, asıl amaç, Allah'ın izniyle, İslam'a daha güzel hizmet edebilmek, İslam ahlakını olabilecek en iyi şekilde temsil edebilmektir.

Sohbet ve İstişarenin Adabı

Müslümanların birbirleri ile diyaloglarındaki üslupları, güzel ahlaklarını gösterebilecekleri önemli fırsatlardan biridir.

Müslümanlar biraraya gelip bir konuda sohbet ve istişare ettiklerinde, ihtilaflı konulardaki tartışmalardan kaçınmalı, bunları hoşgörerek İslam'ın esası olan imani meselelerdeki birlik üzerinde durmalıdırlar. Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (sav)'in hadis-i şerifleri temel alınmalı, mütevazi, saygılı ve nazik olunmalıdır. Sürekli olarak karşı tarafa fikrini anlatmak yerine, onun fikrini öğrenmek ve ondan istifade etmek temelinde bir üslup kulllanılmalıdır. Yalnızca kendini övmek, Müslümanlar arasındaki tesanüde zarar verebilir. Bunun yerine, asıl olarak Allah'ı ve Peygamber Efendimiz (sav)'i öven, sonra da diğer Müslümanların güzel vasıflarını takdir eden bir üslup kullanmak gereklidir.
Unutmamak gerekir ki, İslam'ın en önemli özelliklerinden biri güzel ahlaktır ve güzel ahlak en iyi insan davranış ve sözleriyle ortaya konur. Akıl vermek yerine akıl almak; hep eleştiri yapmak yerine eleştiri kabul etmek; yermek yerine övmek; kusurları görmek yerine güzellikleri görmek esas kabul edilmelidir.

Özellikle de Müslümanların bir diğerinin hizmetini takdir etmesi ve manen desteklemesi çok önemlidir.

Bu şuurla, örneğin denebilir ki;

Bediüzzaman Said Nursi, İslam'a ne büyük hizmetler vermiştir. Yazdığı Nur Risaleleri, milyonlarca insanın hidayetine vesile olmuştur ve halen de dünyanın dört bir yanında olmaya devam etmektedir. İnkarcı felsefelerin çürüklüğünü müthiş bir akıl ve basiretle ortaya koymuş, bu yolda kendisine isabet eden zulüm ve iftiralara da büyük sabır göstermiştir.

Abdülhakim Arvasi, kurduğu ilim merkezi ile Müslümanlara büyük hizmet vermiş, pek çok insanın hidayete ve doğru yola ulaşmasına vesile olmuştur.

Süleyman Hilmi Tunahan, İslam'a hizmet etmek ve Kuran'ı gönüllere yerleştirmek için büyük gayret sarfetmiştir. Onun açtığı yolda ilerleyen Müslümanlar, aynı şevk ve heyecanla hizmete devam etmektedir.

Mehmet Zaid Kotku, İslam'a büyük hizmetler vermiştir. Pek çok kişi onun manevi eğitiminden istifade ederek imani ve ahlaki yönden yükselmiştir.

Burada ismini sayamadığımız daha pek çok İslam alim ve önderi, İslam'a çok değerli hizmetler vermişlerdir. Onların izinden giden pek çok Müslüman da bu hizmete büyük bir şevk ve aşkla devam etmekte, Kuran ahlakının dünyaya hakim olması için tüm imkanlarıyla çaba göstermektedirler.

Allah'ın izniyle İslam dünyasını çok güzel ve aydınlık bir gelecek beklemektedir. Bu aydınlık geleceğin bir an önce tesis edilmesi için, İslam ahlakının özünde olan ittifakın, birlik ve kardeşlik ruhunun pekiştirilmesi son derece önemlidir. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), "Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça asla dalalete düşmeyecek ve sapıtmayacaksınız: Kuran ve benim sünnetim" sözleriyle Müslümanlara uymaları gereken yolu göstermiştir. Bizlere düşen bu yola uymak ve Allah'ın bizlere verdiği şu emri hiçbir zaman unutmamaktır:

Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103)



Bazı Hıristiyan kardeşlerimiz Allah korkusunu yanlış değerlendirmemelidirler. Gerçek imanda Allah sevgisi Allah korkusu ile birlikte yaşanır


Tüm hak dinlerin temeli sevgidir. Zaman içinde Allah adına ortaya çıkarak, dini kendi amellerine alet etmeye çalışan bazı kişiler, kimi zaman din adına terörü, savaşı, katliamları ve sevgisizliği ortaya sürmüşlerdir. Bu kişiler, her ne dini savunduklarını iddia ederlerse etsinler, kesin olarak cahil ya da sahtekardırlar. Çünkü Allah kullarından zulüm ve fitne değil, sevgi, dostluk ve barışı ister.

Burada bu önemli bilgiyi vermemizin amacı, bazı Hristiyanların kendi dinlerini bir sevgi dini olarak tanıtıp, Musevilik ve özellikle de Müslümanlığı bir korku dini olarak görmeleridir. Oysa bu ciddi bir yanılgıdır. Başta İslam olmak üzere hak dinlerin tümü sevgiyi ve dostluğu öğütler, barışa ve kardeşliğe çağırır. Çünkü Allah bizden bunu ister. Dinin özü, temeli sevgidir.

Elbette Hristiyan kardeşlerimiz sevginin kutsallığına inanmakta haklıdırlar. Fakat bazıları, sevgi kavramını son derecede yanlış yorumlamaktadırlar. Sevginin içinde korkuya yer olmadığı fikrinden yola çıkarak, Allah korkusunu hayatlarından çıkarmaktadırlar. Bunun tehlikesi gerçekten çok büyüktür.

Allah korkusunun gerçek anlamı

Bu konudaki yanılgıların nasıl bir tehlikeye yol açabileceğini anlatmadan önce, Allah korkusunun gerçek anlamının bilinmesi çok önemlidir. İnsanların çoğu Allah korkusu kavramını yanlış anlamakta, korkunun zoraki bir iman getireceğini ve bunun da geçerli olmayacağını iddia etmektedirler. Oysa Allah korkusu bu demek değildir. Allah korkusu; Allah'a haşyetle, saygıdan kaynaklanan bir korkuyla boyun eğmektedir; Allah'a olan derin sevgi nedeniyle Allah'ı razı olmayacağı bir tavır ve düşünce içinde olmaktan sakınmaktır.

Allah sevgisi ve korkusu bir bütündür. Allah'ı çok seven bir insan, Allah'ı gücendirecek bir davranışta bulunmaktan, Allah'ın rızasından mahrum olmaktan şiddetle korkar. İşte seven bir insanın yaşadığı Allah korkusu budur. Allah'ı gerçekten seven bir insan, şartlar ne getirirse getirsin, nasıl zorluklarla karşılaşırsa karşılaşsın, hangi imtihana tabi olursa olsun, tutkuyla, muhabbetle, aşkla Allah'a bağlıdır. Onun sevgisini hiçbir şart, hiçbir olay, hiçbir zorluk gölgeleyemez, engelleyemez. Böylesine bir aşk ile Allah'a bağlı olan bir insanın, Allah'ın hoşnut olmayacağı bir işi yapmaktan korkması, bu derin sevginin sonucudur. İşte bu korku, Allah aşkını sürekli yaşayan bu kişiyi daima motive eder. Ona sevinç verir. Böyle bir insanın ibadetlerinde gevşek davranması, Allah'a kullukta bile bile kusur işlemesi, pervasızca harama girmesi imkansızdır. Böylesine samimi imanlı bir insan, Allah'ı razı edebilmek için hayatı boyunca elinden geleni yapacaktır.

Allah korkusu olmadan sadece Allah sevgisi yeterli değildir. Hz. Adem, cehennemi ve acizliklerini gördükten sonra şeytandan asla etkilenmedi. 

Allah'ın gazabının inkarcılar için gerekliliği

Allah'ın gazaplandıran ve intikam alan sıfatları da bazı kişiler tarafından yanlış anlaşılmakta ya da kasıtlı olarak çarpıtılmaktadır. Allah'ın gazabı, yalnızca aşağılık insanlara, münafıklara, Allah adına sahtekarlık yapanlara ve inkarcılaradır. İman edenlere ise tam bir güven ve rahatlık vardır. Allah Hristiyanlar da dahil olmak üzere, gerçekten iman edenler için hiçbir korku olmayacağını bir Kuran ayetinde haber vermiştir:

Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Maide Suresi, 69)

Gerçek iman sahibi bir kişi, Allah'ı tanıdığı, O'nu gereği gibi takdir edebildiği için; Allah'a kul olduğu, Allah'ı razı etmeye çalıştığı sürece, Allah'ın gazabından uzak olduğunu bilir. Allah yalnızca zalimlerden intikam alır. Bu Allah'ın adetullahıdır. İnsan, ancak zulmettiğinde Allah'ın azabının derin korkusu içinde olur, fakat iyilik yaptığında, Allah'ı razı etmeye çalıştığında Allah'a güvenir, vicdanı rahattır.

Allah'ın intikam alan vasfı, iman edenler için çok büyük bir nimettir. Örneğin, küçük bir çocuğa zulmeden ve ardından onu öldüren bir insanın yaptığının ahirette karşılığını aldığını, adaletin tecelli ettiğini görmek kuşkusuz ki bir nimet olur. Zulmeden kişinin ahirette bu karşılığı aldığını görmek, zulüm gören çocuk için de çok büyük bir nimettir. İşte bu sebeple gerçekten iman edenler için cennet nasıl bir nimetse, zulmedenlerin cezalandırıldığı cehennem de bir nimettir. Cennet de cehennem de Allah'ın sonsuz adaletinin ahirette tecelli ettiği yerlerdir. Peygamberlere zulmetmeye çalışanlar da, Hz. İsa (as)'a ihanet edenler de, masum çocukları ve insanları katledenler de Rabbimiz'in intikam alan sıfatı gereği en adil karşılığı almışlardır ve alacaklardır. Dünyada her birine tevbe kapısı elbette sonuna kadar açıktır, fakat tevbe etmekte büyüklenenlerin bu karşılığı alması, bu zulmü bizzat yaşayanlar için de, bunu izleyenler için de bir iç rahatlığıdır. Dolayısıyla Allah'ın intikam alan vasfı, gerçekten iman eden vicdan sahibi bir kişiyi sevindirmelidir.

Allah korkusu Allah'a güzel bir kul olmak ve cenneti hak etmek için şarttır

Yukarıda saydıklarımız, iman eden bir insanı motive eden çok büyük gerçeklerdir. Allah'ı gerçekten seven ve bundan dolayı Allah'a karşı kusur işlemekten şiddetle korkan bir insanın olaylara bakış açısı bambaşka olur. Böyle bir kişi harama giremez, ibadetlerini görmezden gelemez, vicdanının sesine umursuz kalamaz. Kısacası Allah için yapması gereken her şeyde olağanüstü derecede titiz olur. Böyle bir insan vicdanlı olur, egoist olmaz, yaşamının sonuna kadar fedakar ve şefkatlidir. Böyle bir insan asla başkalarına zarar vermez, Allah'a hesap veremeyeceği bir şeyi yapmaktan çok korkar. Böyle bir insan yaşadığı her anın hesabını Allah'a vereceğini, Allah'ın her an kendisini görüp izlediğini bilerek yaşar. Bu insan, gerçek yaşamın dünya değil, ahiret olduğunun sürekli olarak bilincindedir. Böyle bir insan, Allah'ı gereği gibi seviyor olmanın neşesi, sevinci ve coşkusu içindedir, bu coşku hayatı boyunca hiçbir şekilde sona ermez.

İncil'de Allah korkusu şu sözlerle tarif edilmiş ve Hristiyanlar Allah korkusuna davet edilmiştir:

... Gurbeti andıran bu dünyadaki zamanınızı Allah korkusunda geçirin. (Petrus'un 1. Mektubu, 1:17)

Rab'den korkmanın ne demek olduğunu bildiğimizden insanları ikna etmeye çalışıyoruz. Ne olduğumuzu Allah biliyor; umarım siz de vicdanınızda biliyorsunuz. (Pavlus'tan Korintlilere 2. Mektup, 5:11)

... Senin gazabın üzerlerine geldi. Ölüleri yargılamak, kulların olan Peygamberleri, kutsalları, küçük olsun büyük olsun Senin adından korkanları ödüllendirmek ve yeryüzünü mahvedenleri mahvetmek zamanı da geldi. (Vahiy, 11:18)

Öyle ki, Allah'ı hoşnut edecek biçimde saygı ve korkuyla ibadet edelim. (İbranilere Mektup, 12:28)

Eğer bir insan, Allah'a iyi bir kul olamamaktan dolayı korku içinde değilse, Allah'ı sevdiğini iddia ediyor fakat Allah için çok az şey yapıyorsa ve bütün bunlara rağmen Allah'a sevgisinin ahirette kurtuluşu için yeterli olduğunu iddia ediyorsa, bu, Allah'ın istediği samimiyet değildir. Böyle bir insanı ibadetleri yerine getirmeye, Allah için daha iyi bir kul olmaya teşvik edecek en temel şey –yani Allah korkusu- eksiktir. Bu insan, Allah için yaptıklarının yeterli olup olmadığını düşünmeden, yani korku ile umut içinde bir ruh hali yaşamadan, Allah sevgisinin cenneti kazanmak için yeterli olduğuna inanacaktır. İşte şu anda, Allah korkusunu reddederek Allah'ı sevmenin yeterli olduğunu düşünüp savunan bazı Hristiyanların içinde bulunduğu durum budur. Dolayısıyla bu kardeşlerimiz, Allah'tan korkmanın ne demek olduğunu, burada anlatılan şekliyle tekrar daha derin düşünmeli ve İncil'deki "Allah'tan korkun" çağrılarına uymalıdır.