30 Haziran 2015 Salı

İyiler çekişmelerden kaçınarak birlik olmalıdırlar




Birlik, beraberlik, dayanışma, dostluk, fedakarlık, yardımlaşma, gözetip kollama ve benzeri özellikler Kuran ahlakının temelini oluşturan güzelliklerden bazılarıdır. İslam dininde insanlar hep hoşgörü, sevgi ve barış dolu, insanların birbirlerine karşı anlayış gösterdikleri, huzurlu bir ortamda yaşarlar. Bu özelliklere sahip toplumlar ise her zaman için daha hızlı gelişebilir ve güç kazanabilirler. Çünkü, birlik ve beraberlik sağlandığında, toplumun bireyleri güç ve enerjilerini tartışmalara, kavgalara, sürtüşmelere, çatışmalara, savaşlara değil, hep hayır ve güzellik dolu işlere yönlendireceklerdir. Ayrıca herkesin emeğini, gücünü, şevkini kattığı, birbirine maddi ve manevi yönden destek sağladığı işlerde büyük bir bereket ve güzellik oluşacaktır.Ancak herşeyden önemlisi birlik ve beraberlik içinde hayır için çalışan insanlara Allah katından bir yardım, bir destek ve güç verileceği müjdelenmiştir. Bu nedenle Allah bazı ayetlerinde müminlere birbirleriyle çekişmemelerini, yoksa güçlerinin gideceğini ve zayıf düşeceklerini hatırlatmıştır. Bu ayetlerden biri şöyledir:
 
Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)

İyiler ve dostlar arasında birleştirici bir rol üstlenmek Allah'ın tavsiye ettiği bir ahlaktır. Özellikle kötülerin azgınlıklarının arttığı bir dönemde müminler arasında kırgınlık, küsmek, alınganlık, çekişme gibi şeytandan olan pislikler kesinlikle barındırılmamalıdır. Bu tür durumları gidermek için çaba gösteren, birleştirici ve uzlaştırıcı bir tutum izlemek güzel bir ibadettir. Allah bunu bir ayetinde şöyle bildirir:
 
Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)

Çekişmek, sürtüşmek, düşmanlık, kin, nefret gibi duyguların tamamı şeytanın insanlar üzerindeki telkini ile oluşan kötü ahlak özellikleridir. Salih Müslümanlar hiçbir zaman bu hislerle hareket etmezler, daima ihlaslı, tevazulu, dostane ve birbirlerine karşı düşkün ve sevgi doludurlar. Halis niyetli olmayan insanlar en yakın arkadaşlarının, hatta öz kardeşlerinin dahi başarılarını, güzelliklerini çekemeyebilir, haset ederek düşmanlık gösterebilirler. 
Ancak salih bir Müslüman diğerlerinin başarılarıyla ve güzellikleriyle kıvanç duyar, bunlara kendisininmiş gibi sevinir, Allah'a hamd eder. Hatta bu kişinin güzelliklerinin ve başarılarının daha da artması için ona yardımcı olur, gerekirse yol gösterir. Bu ahlaka sahip olmayan insanlar ise bilakis başarısının yollarını tıkamaya çalışırlar. Rekabet, kıskançlık gibi hisler ise hayır yolunda yapılan işlerdeki ihlası kırar, bu da devamında o işin bereketini ve güzelliğini kaçırır.

20. yüzyılın en önemli İslam alimlerinden olan ve yazdığı eserlerdeki samimi üslubu ile iman edenlere örnek olan Bediüzzaman Said Nursi, Kuran'ın bir tefsiri mahiyetinde hazırladığı Risale-i Nur Külliyatı'nda bu konuların üzerinde çok detaylı olarak durmuştur. Bediüzzaman müminlerin yaptıkları işlere rekabet gibi nefsin pisliklerinin karışmaması gerektiğini bir sözünde şöyle ifade etmiştir:
 
"Ey ehl-i hakikat ve tarîkat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor. Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilmi hakikatla maişeti temin etmek, tama' ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz. Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak." (Lemalar, s. 157-158

Bediüzzaman Said Nursi'nin de belirttiği gibi, Kuran ahlakına hizmet, inananların omuzlarında taşıdıkları bir hazine hükmündedir, son derece değerlidir. Herkesin bu değerli hizmette fedakarane bir yardımı ve desteği olmalıdır. Bu kıymetli hizmette şevk ve heyecanla göreve koşan bir mümini kıskanmak, ya da kendine rakip olarak görmek salih bir Müslümana yakışmaz. Kıskanmak bir yana onun bu azmiyle gurur duyması ve desteklemesi gerekir.

Kıskançlık, şeytanın ittifakının bir vasfıdır. İhlasla çalışmanın içinde böyle bir kötülüğün yer alması ittifakın gücünü kırmaktan başka bir şeye yaramaz. Gücün gitmesi de sadece kötülerin ittifakına fayda verecektir. Bediüzzaman'ın da söylediği gibi, bu hastalıkların tek çaresi nefsinden taraf olmayıp, daima dostuna taraf olmaktır. Bediüzzaman İhlas Risalesi'nde ise, müminlerin aynı bir fabrikanın çarkları gibi birbirleriyle son derece uyumlu ve birbirlerini tamamlayıcı yönde hareket etmeleri gerektiğini, birbirlerinin gıpta damarlarını tahrik edecek tavır ve konuşmalardan kaçınmalarını şöyle anlatmıştır:
 
"Bu hizmet-i Kur'aniye'de bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev'inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa'ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak. İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kuran'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz." (Lemalar, sf. 160-161)

Bu örnekte de olduğu gibi nasıl fabrikanın çarkları birbiriyle uyumlu, rekabetten uzak çalışıyorsa ve hiçbiri bir diğerinin önüne geçmiyorsa ve ancak bu şekilde üretim kusursuz, eksiksiz ve zamanında elde edilebiliyorsa; Allah rızası için hayır yolunda çaba gösteren müminlerin de aynı uyum içinde hareket etmeleri gerekir. Birbirlerinin eksiklerini araştırmadan, kusurlarını görmeden, hatta biri bir diğerinin eksiğini tamamlayarak çaba göstermelidirler. İnkarcıların şiddetle ittifak halinde olduğu, müminlere karşı kin ve nefretlerinin ağızlarından taştığı, zavallı insanlara, kadınlara, çocuklara ve yaşlılara zulmedildiği bir ortamda, bu mazlum insanlar vicdan sahibi kimselerden medet ummaktadırlar. O halde samimilerin, vicdanlıların, dürüstlerin, akıl sahibi, salih insanların güçlerini birbirlerine karşı kullanmalarının Allah katında büyük bir sorumluluğu olabilir. Müminlerin birbirleriyle ittifakı, yardımlaşmaları, aralarındaki dostlukları, tesanütleri, muhabbetlerini artırmaları ve hiçbir an ittifaklarını zayıflatacak bir ihtilafa düşmemeleri son derece önemlidir. Hiçbir dünyevi hırsı bulunmayan, hayır olarak gördüğü her davranışı, her eseri, her faaliyeti kendisine bir pay çıkarmadan, benim senin ayırımı yapmadan hayır için kullanan, kıskançlık, rekabet gibi nefsin pisliklerinden sakınan insanların dayanışmaları kötü niyetli şer ittifakını mutlaka yıldıracak, iyilerin ittifakına güç katacaktır.


Müslüman sürekli olarak kalbinde Allah'la beraberdir



Müslüman hayatın en önemli sırlarına vakıf olmuş, evrenin yaratılış amacını ve kendisinin bu dünyada neden bulunduğunu kavramış insandır. Dünyanın geçici bir yer olduğunu, Allah’ın takdir ettiği bir zamanda hayatının sona ereceğini bilir ve bu gerçeğe göre yaşar. Her şeyin Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğinin, O’nun dilemesi dışında bir yaprağın dahi düşmeyeceğinin farkındadır. Baktığı her noktada Allah’ı görür, O’nu tesbih eder ve yüceltir. Kalbi sürekli kendisini yaratan ve ona sayısız nimetler bahşeden Rabbimiz'le beraberdir; hiçbir şey onu Allah’ı anmaktan alıkoymaz. Ne yaparsa yapsın, hangi amel ile meşgul olursa olsun, dikkati hep Allah’ta ve O’nun ayetlerindedir. Allah Müslümanların bu özelliklerini bir ayetinde şu şekilde haber vermektedir:

Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)

Elbette bu, Allah’ı çok seven, O’nun rızasını her şeyin üzerinde tutan, O’ndan gereği gibi korkan, dünyadan hiçbir beklentisi olmayıp yalnızca Allah’ın rızasını arayan, kalpleri Allah aşkıyla dolu olanların özelliğidir. Ve hiç şüphe yok ki bu, kişinin tamamen kendi rızasıyla tercih ettiği bir haldir; bilerek, isteyerek, zevkle, aşkla, derin bir istekle Allah’ın rızasını ve ahireti tercih etmenin bir göstergesidir. Kim kalbini Allah’a bağlarsa, O’na yakınlaşmak, imanında olabildiğince derinleşmek ve ahirette Allah’ın rızasına, rahmetine ve cennetine erişmek için çaba sarf ederse, Allah onu bu çabasında başarılı kılacaktır. Allah bir ayetinde bu durumu şu şekilde belirtmektedir:

Kim ahiret ekinini isterse, Biz ona kendi ekininde artırmalar yaparız. Kim dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz; ancak onun ahirette bir nasibi yoktur. (Şura Suresi, 20)




29 Haziran 2015 Pazartesi

Mümin içinden gelen her hisse teslim olmaz...



Kimi insanlar içlerinden ne gelirse, hiç düşünmeden onu hemen uygulamaya geçirirler. Akıllarından ne geçerse hemen onu düşünmeden söylerler. Davranışlarının ya da konuşmalarının doğuracağı sonuçları hesaplamaya gerek duymazlar. Öfkelenirlerse, yatıştırmaya hiç gerek duymadan kızgınlıklarını dile getirirler. İçlerinde küskünlük hissediyorlarsa, bunu hemen açığa vururlar. Rahatsız oldukları bir durum oluştuğunda, buna bozulduklarını hemen karşı tarafa hissettirirler. Ağlama hissi gelirse ağlarlar. Hüzünlenme, ümitsizliğe kapılma ya da alınganlık telkinleri gelirse, hemen bu ruh hallerine geçerler.

İşte müminin bir farkı burada ortaya çıkar. Mümin her içinden geleni yapmaz. Çünkü ‘içinden gelen’ demek, ‘nefsin istekleri’ demektir. Mümin bunları önce Kuran ile değerlendirir ve eğer ancak Kuran ahlakına uygun bir tavırsa uygular. Zira mümin, kendini nefsinin kontrolüne bırakmış bir insan değildir. Nefsi onu değil, o nefsini yönetir.

Dolayısıyla iman eden bir insan, içinde öfke hissi duyduğunda öfkelenmez. Kıskançlık hissi gelince kıskanmaz. Darılma arzusu gelince küskünlüğe kapılmaz. Enaniyet hissi gelince, büyüklenen bir tavır göstermez. Gurur yapma isteği gelirse, gururuna yenik düşmez.

Eğer içinde bunlara benzer, nefse ait kötü bir duygu hissediyorsa, müminin yapacağı şey mutlaka ‘Allah'a sığınmak’tır. Allah'a sığınır, içinden gelen yanlış hisleri yener ve bunun yerine Kuran ahlakına göre uygulanması gereken davranışları uygular.

Bu, mümin ahlakındaki çok önemli bir üstünlüktür. Müslümanın nefsini bu şekilde kontrol edebilmesi ise, şüphesiz ki Allah'a karşı duyduğu içli sevgi ve derin korku vesilesiyle mümkün olur. Çünkü nefis, -akıl ve vicdan kullanılmadığı takdirde- insan üzerinde gerçekten etki sahibidir. Allah nefsi, -dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak- bu şekilde yaratmıştır. Allah korkusu olmayan, ahirete inanmayan insanların, nefisleriyle mücadele edebilecek, ondan gelecek telkinlere karşı koyabilecek ve onu yenebilecek güçleri yoktur. Nefislerinin tam kontrolüne girmişlerdir. Ve hayatlarının akışını, nefislerinin belirlemesine bırakmışlardır.

Müminler ise Hz. Yusuf (a.s.)’ın, "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir." (Yusuf Suresi, 53) sözleriyle dile getirdiği gerçeğin tam olarak şuurundadırlar. Bir şeyin içlerinden geliyor olmasının, o hisse teslim olmak için bir mazeret olmadığını bilirler. Allah'ın kendilerini, akıl kullanmaktan, vicdana uymaktan, Kuran ahlakını yaşamaktan sorumlu tutacağını bilirler. Bu nedenle de nefis ne kadar zorlarsa zorlasın, içlerinden gelen nefsi isteklere boyun eğmezler.

Bir kısım insanlar da, içlerinden gelen yanlış hislerin yalnızca bazısına karşı koyabilecek güçleri olduğuna; ancak bazıları karşısında da aciz olduklarına inanırlar.Örneğin böyle bir kişi, nefsi nezaketsizlik telkini verse, bunu yenebileceğine inanır. Umursuzluk, tembellik, bencillik gibi hislere de karşı koyabilecek tüm gücü olduğundan emindir. Ama öfkesini yenemediğine inanır. Ya da hüzünlendiğinde, içinden ağlama hissi geldiğinde, bunu durdurabilmek için bir şey yapamadığı kanaatindedir. Bunun manevi değil, fiziksel bir şey olduğunu; bu isteklerin vücudunun bir tepkisi olduğunu, dolayısıyla karşı koyamadığını düşünür. Bu tarzda, nefsinde, müdahale edemediği daha onlarca açık nokta olduğu kanaatindedir. “Ne yapayım, ben böyleyim, sinirlerime hakim olamıyorum”, “ Her insanın bir kusuru olur, benimki de işte bu, beni böyle kabul edin” gibi sözlerle bu düşüncelerini çevresine de kabul ettirmeye çalışır.

Fakat elbetteki bu gibi insanların tüm bu inançları baştan sona yanlıştır. Allah Kuran'da insanın nefsine kötülüğü de öğrettiğini, ancak insana bu kötülükleri yenebilecek gücü de verdiğini bildirmiştir:

Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',

Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.

Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)

Dolayısıyla Kuran'da verilen bu bilginin aksi bir inanç içerisinde olan kimse yalnızca kendini kandırmaktadır. Gerçekten istediği takdirde, her insanın –Allah'ın dilemesiyle- nefsindeki her türlü kötülüğü, yanlışlığı, eksikliği yenebilecek bir gücü vardır. Nefsinden en şiddetle gelen ve kendisini en zorlayan telkinlerde bile, her insan için –Allah'tan korkup sakındığı takdirde- bir çıkış yolu vardır. Azmedip nefsi yenmek için çaba harcamak yerine, hemen nefse teslim olmak, ‘güç yetiremediğini’ düşünerek o eksiklikle yaşamayı kabullenmek çok büyük acizlik olur. Allah dünya hayatında insana, her şeyin doğru yolunu göstermiştir. Çözümü Kuran'da arayan her insan, bu doğru yolları kolaylıkla bulur ve hiç zorlanmadan uygulamaya geçirir.

Tüm bu bilgiler ışığında insanın şu gerçeği çok iyi kavraması gerekir: Her insan, hayatı boyunca nefsinden gelen binlerce telkinle karşılaşacaktır. İnsanın her gün, her saat, hayatını nefsinin bu onlarca isteğine göre yaşaması, onu çok tehlikeli bir çizgiye sürükler. Kişinin, içinden gelen her telkinde hemen nefsinin isteklerine kendini bırakması, insanı dünyada ve ahirette hüsrana sürükleyecek çok büyük bir hatadır. Allah nefsi, insanın, içindeki kötülüklerle mücadele etmesi için yaratmıştır. Bu nedenle insanın asla, “Bu benim huyum”, “Ben böyleyim”, “Çok mücadele ettim, başaramadım”, “Benim gücüm dahilinde değil bunlar”, “Elimden geleni yapıyorum ama nefsimdeki şu özelliği yenemiyorum” gibi çaresiz (Allah'ı tenzih ederiz) ve Kuran'da bildirilen gerçeklerle tamamen çelişen cahili üslupları hem aklından geçirmemesi hem de kullanmaması gerekir. Eğer nefsinde halen yenemediği bir kötülük varsa, mümin bunun çözümünün, ‘Allah'tan daha çok korkup sakınmasında’ ve ‘Kuran'a daha sıkı sarılmasında’ olduğunu bilmelidir. Samimiyetle bu ahlakı yaşadığında, Allah ona kötülüğü yenecek gücü lütfedecektir.

Kuran'da müminin bu konuda bilmesi gereken gerçekler şöyle bildirilmiştir:

Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez... (Bakara Suresi, 286)

... Hiçbir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz... (Enam Suresi, 152)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.

Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.

Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 5-8)



Bir olayı olumsuzdan yola çıkarak halletmeye çalışmak, çoğu zaman yapıcı değil yıkıcı etki oluşturur.



... Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir.

Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. (Hud Suresi, 114)

Şeytanın kullandığı yöntemlerden biri de insanları olumsuz konuşmaya teşvik etmesidir. Şeytanın bu telkini altına giren bir insan, bazı durumlarda olumsuz konuşmanın son derece gerekli ve faydalı olduğuna inanır. Hatta pek çok konuyu halledebilmek için bir olayın olumsuz yönlerinin de irdelenmesinin zaruri olduğunu düşünür. Ancak bu doğru değildir.

 Bir konuda ilerleme kaydetmek ve daha yapıcı sonuçlar elde etmek isteyen bir insanın, geçmişteki ya da halihazırdaki var olan olumsuz yönleri, olumsuz şartları dile getirmesi, tam tersine kişilere zarar verip yıkıcı etki de yapabilir. Kişi o an için meydana getirdiği bu sonuçların farkına varmayabilir. Ama aslında olumsuzlukları tekrar tekrar dile getirmesiyle çevresine olduğu kadar, kendisine de zarar verir. Anlattıklarıyla kendisine daha derin telkinler yaparak, olumsuzların gerçekliğine kendisini daha da kesin bir şekilde inandırır.

Bu bakış açısındaki insanın bir de şöyle bir düşüncesi vardır: “eğer olumsuzu gizlersem gerçekçi davranmamış dürüst olmamış olurum. Gerçekte zaten var olan bir şey bu. Bunu dile getirsem de getirmesem de bu zaten var. Bir de söze dökmenin ekstradan daha ne olumsuz etkisi olabilir ki? Ayrıca var olan bir olumsuzluğu gizlersek; sanki hiç yokmuş, hiç olmamış gibi davranırsak, üzerini örtersek, o zaman onu nasıl ortadan kaldırırız? Nasıl çözeriz? O zaman o olumsuzluk her zaman zeminde var olmaya devam edecek, gizliden gizliye sürüp gidecektir. Bu yüzden ben gerçekçi ve dürüst davranıp, yıkıcı da olsa olumsuzlukları mutlaka dile getirmeliyim.”

İşte bu da çok yanlış bir düşüncedir. Dürüstlük, doğruculuk, gerçekçilik demek sürekli olumsuzlukları dile getirmek değildir. Aynı sonucu almanın çok daha güzel, daha hikmetli, etkili, faydalı ve yapıcı yolları da vardır.

Makbul olan, olumsuzu hiç dile getirmeden, onun çözümü olacak olan olumlusunu konuşmaktır. Bu, bir konuyu hallederken her iki tarafa da olumlu telkin yapacak, olumlu sonuca ulaşılmasını hızlandıracak ve olumlu temelleri güçlendirecek bir ahlaktır. Olayların sürekli olumsuz yönleri üzerinde durmak ise, ortada sanki bir açmaz varmış telkini verir. Adeta aşılması ve unutulması mümkün olmayan, kişilerin hayatları boyunca peşlerini bırakmayacak, üzerlerine ilişmiş, kalıcı hasarlarmış gibi bir hipnoz etkisi yapar. Oysa olumsuz yönler, dile getirilmediği ve onları giderecek olumlu tedbirler alındığı takdirde, hızla yok olur ve eriyip gider.

Allah Kuran’da, “iyiliklerin kötülükleri gidereceğini” bildirmiştir (Hud Suresi, 114). Bu Allah'ın kesin bir adetullahıdır. Asla değişmez. Kesin bir gerçektir. Ve mutlaka bu şekilde sonuç verir. Dolayısıyla sürekli olumlusunu konuşan, olumludan yana tedbirler alan ve olayları hayır gözüyle, pozitif yaklaşarak değerlendiren ve uygulayan bir insan, Allah'ın izniyle ortadaki olumsuzluklardan hızla sıyrılıp kurtulacaktır.

Ayrıca sürekli olumlusunu söylemek, gerçekte durum hakikaten zahiren olumsuz gibi görünse dahi, mutlaka olumlu telkin yapar. Gerçekte o şekilde olmasa bile, öyleymiş gibi taraflara o konuyu halletmede cesaret, huzur, güven ve yapıcı hareket edebilme gücü verir.

Bu şekilde hareket etmek, dürüstlükten uzaklaşmak, gerçekleri gizlemek değildir. İnsan eksik, kusurlu ve hatalı yönleri içten içe elbetteki bilir. Ama bunu sürekli konuşmak yerine, bunun tedbirlerini alarak üzerine gider ve Allah'ın izniyle de çözüme kavuşturur.

Şöyle kısa bir örnekle de bu durum açıklanabilir: İnsan çok korkacağı, ürkeceği bir durumla, gerçekten huzursuz ve tedirgin olacağı şartlarla karşılaşabilir. Ve içinde de bu hisleri yoğun olarak yaşayabilir. Ama her ne olursa olsun, “Ben çok korktum, çok ürktüm, çok huzursuz ve tedirginim” diyerek bu olumsuz hisleri dile getirmez. Çünkü bunları söylemenin kişiye de, karşısındakilere de bir faydası olmaz. Aksine kişilerin tedirginlikleri bu tarz bir üslupla giderek daha da artabilir. Bunun yerine cesaretlendirici, güven ve huzur verici, yapıcı, destekleyici konuşmalar yapmak, ve bu yolla olumsuzları yenmeye çalışmak çok daha etkili, faydalı ve hikmetli bir yaklaşımdır.

Bunun gibi, insanın günlük hayatında karşısına çıkan diğer tüm olayları da bu bakış açısıyla değerlendirip çözmeye çalışması son derece önemlidir. Bu en başta, Kuran'ın bize gösterdiği ahlakın bir gereğidir. Allah Kuran’da insanlara, “sözün en güzelini söylemelerini” emretmiştir (İsra Suresi, 53). İşte bu nedenle olumsuzu söylemeyip, daima olumludan yana konuşmak, Allah'ın izniyle şeytanın oyununu bozacak; olayların olabilecek en güzel şekilde sonuçlanmasına vesile olacak en hayırlı en etkili yöntemlerden biridir.

“Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.”(İsra Suresi, 53)